Ölüm, acı, kan, kayıp, kin ve kasvetle sınanmış bir coğrafyanın çocuklarıyız.
Huzur, istikrar, barış, hoşgörü, empati gibi kavramların galebe çalmadığı, çalamadığı toprakların mirasçıları ve yurttaşlarıyız.
Onca acı ve mutsuzlukla örülü yaşanmışlıklar zaman içinde şairinin dediği gibi “yürek değil be, çarıkmış bu manda gönünden” bir vicdanı da beraberinde getirdi.
Hangi mahalle, kamp, inanç ve ideolojiye aitsek diğerlerine gönül gözümüzü kapalı tuttuğumuz bir duyarsızlıkla malulüz.
Öylesine sıklıkla yaşanan acılarla yoğrulan bir sıklıktan söz ediyoruz ki başkalarının acılarıyla empati kurma hasletimizi yitirmişiz.
Ölen bir Kürt gencinin ardından “Gezi’dekilere üzülmüştünüz ama” diyenleriz.
Gezi’de ölenin ardından “siz sadece ölen Kürtleri mi kayıptan sayıyorsunuz” diyenleriz.
Berkin öldüğünde, memleketin -kadim- başbakanının kıyasla “Burakcan için niçin bu kadar üzülmüyorsunuz” dediği bir ölüm rekabetinin seyircisiyiz.
Ali İsmail öldürüldüğünde yine aynı zihniyetin “Yasin Sülün masumdu. Ben ona rahmet diliyorum” kayıtsızlığı ile acıların yarıştırılmasını öğrenenleriz.
12-14 yaşındaki Kürt çocukları kurşunlara hedef olduğunda, “teröristti onlar” duyarsızlığına sahip olanlarız.
Bir uzman çavuş karısının yanında ensesinden kurşunlandığında, “siz de bizim gençleri vurmuştunuz” kısası ile kendini avutanlarız.
Her kıyasla insanlığını, vicdanını ve diğerkamlığını yitiren bir tutarsızlığı inanç sananlarız.
Bir turizm bürosunda ölen 32 yaşında polise “oh olsun, oligarşinin adamıydı” ezberciliği ile davranan,
O polisi -İŞİD ile ilişkisi araştırılan- bir Dağıstanlı kadının öldürdüğü anlaşıldığında, “bu nasıl bir ideojidir ki…” diye başlayan muktediri ve “biz yapmıştık” aceleciliğiyle ölümden çıkar devşirmeye çalışan örgütü ters köşeye yatıran bir çifte standartlar ülkesinin yurttaşlarıyız.
Hepimiz acılı, yaralı, öfkeliyiz. Rövanş ve intikam duygularıyla ruhlarımızı soğutmakla teskin olacağını sananlarız.
Oysa bu ülkede, yaşadığımız coğrafyada, çevremizde acı, ölüm, kayıplar giderek istisna olmaktan çıkıp sıradanlaşıyor.
Sıradanlaştıkça da kayıplarına ağlayanlar, diğerlerinin neden onlar kadar üzülmediğine öfkeleniyor. Yeterince üzülmediğini düşündüklerinin kayıpları olduğunda ise “ya, etme bulma dünyası” ile rövanşı aldığını düşünüyor.
Fransa’da, bir mizah dergisi basılıp 12 insan vahşice öldürüldüğünde, Fransa’nın sömürgeci tarihinden başlayıp, İslam’a yönelik hakaretler katliamı mazur gösterecek gerekçelere dönüşebiliyor.
Söz ve ifade özgürlüğü ile geçmeyen bir demokrasi ve kültürün coğrafyasında, o insanların sömürgecilere ve dahi içinde yaşadıkları ülkenin resmi dinine de aynı eleştirellik içinde yaklaştıklarının önemi kalmıyor.
Acılar yarıştırılıyor.
Her ölüm bir önceki acıların hatırlanması ve o acıda “ötekinin” liyakati üzerinden sorgulanıyor.
Aslında hepimiz hep birlikte yalnızlaşıyoruz. kendi mahallemiz, etnisitemiz, inanç ve ideolojimiz ile sınırlı sorumlu bir empatiyi gerek yeter şart buldukça daha küçük bir daireye hapsoluyoruz.
Garip bir duyarsızlıkla çevremize acılardan tuğlalar örüyoruz.
Acı ve ölüm öylesine mümbit ki bu topraklarda tuğlaların hızla yükseldiği gettolarımızda yaşayanlarız.
“Herkesin ölüsü kendine” ya da “ama onlar da…” diye başlayan şerhlerle insani hasletlerini yitirenleriz.
Ey bu ülkenin, bu coğrafyanın ve dünyanın acı, ölüm ve kayıplarla sarsılan bütün insanları…birleşiniz.
ÇareSizsiniz…