Erasmus Programı ile bir haftalığına Litvanya'da olduğum bir gün beni kabul eden üniversitenin bulunduğu Kaunas'tan günübirlik başkent Vilnius'a gitmeye karar verdim. Sabah bir otobüse atladım, koltuğun başlığına başımı koyup iki saat sonra gözümü açtığımda Vilnius'taydım.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Mayıs sonuydu ve aklıma yağmurluk ya da şemsiye almak gelmemişti. Çaresiz otobüsten indim. On beş dakika sonra sırılsıklam olmuştum. 'Olan oldu' deyip kendimi saçakların korumasına bıraktım.
Birkaç saat sonra artık sadece ıslaklıkla değil, bir de soğukla uğraşıyordum. İlk bulduğum lokantaya girdim. İçerisi sıcak değildi ama en azından kuruydu. O tarihte Litvanya'da sokakta İngilizce konuşan insan bulmak çok zordu. Menülerde de İngilizce seçeneği yoktu. Zar zor bir çorba istediğimi anlattım. Heyecanla bekledim. Çok değil on dakika sonra servisim hazırdı. İlk kaşıkla beraber hayal kırıklığımı görmeliydiniz. Bizim ayranın içine pancar ve bazı sebzelerin eklenip bir tür terbiye edildiğini düşünün. Sonradan bu çorbanın çok meşhur bir soğuk çorba çeşidi olduğunu ve sıcak yaz günlerinde serinlemek için içildiğini öğrendim.
Artık içim de titremişti. Hesabı ödedim ve sokaklarda dolaşmayıp bir müzenin sakinliğine sığınmaya karar verdim.
Ulusal Müzenin farklı salonlarını gezdim. Müzenin en büyük salonlarından biri savaş, savaşta kaydedilenler ve onların anılarına ayrılmıştı. Litvanya'nın çileli bir tarihi vardı. Sağı solu güçlü ve iddialı ülkelerle çevrilmiş bu küçük ülkenin insanları yıllar süren savaş ve işgallerde çok acı çekmişlerdi. Bir cep saati, bir çocuk ayakkabısının teki, sahibine ulaşamamış mektuplar derken salonda ağır bir hava, dışarıda karanlık bir gök. Islak, aç ve binlerce kilometre ötede yalnızdım. Bu ruh hali ile müzede o anda yer alan geçici bir sergiye düştü yolum.
Sergi Avrupa'daki göçler ile ilgiliydi. Girişte sizi bir Avrupa haritası karşılıyordu. Ve elbette ülkem tüm göç hareketlerinin ortasında öylece karşımda duruyordu. Her yöne yönelen oklarla işaretlenmişti. Sergi, fotoğrafla ve üç farklı dilde anlatılan öykülerle sizi bu göç yollarında dolaştırıyordu. Her adımda daha çok acı vardı. Nihayet yol beni sola döndürdü ve başka bir alana itti. Karşımda bir fotoğraf üzerinde bildik sözcüklerle iki güzel insanın adı. Salonda yerden tavana uzanan fotoğrafta cami avlusunda dua eden yaşlı bir dede ve üzerinde "Göçmen" şiirinin dizleri: Fotoğraf Ara Güler'e, şiir Bülent Ecevit'e aitti!
Sevdiklerimin başında bir bilmediğim
Görmediğim özlemediğim özlediklerimin başında
Yurdum olmadan sıladayım1
Ağlamaya başladım. Çevremde olan insanların şaşkın bakışları altında hüngür hüngür ağladım. Sarsıntım öyle güçlü hissedildi ki, Kaunas'taki profesör arkadaşımın "ülkemin insanları ürkektir ilk tanışmalarda" demesine rağmen, oradakiler yanıma geldiler ve beni teselli etmeye çalıştılar.
Sakinleşip serginin çıkışına yöneldiğimde sağ taraftaki duvarda kendimi görür gibi oldu. Durdum, yanılmıyordum. Bir duvar, sergiyi gerçekleştiren sanatçıların fotoğraflarına ayrılmıştı. Ve aralarına konan bir ayna da sizin onların yanında yer almanızı sağlıyordu. Orada olarak, orada anlatılanları anlamaya ve sonrasında şimdi olduğu gibi anlatmaya katkı verdiğim için.
"Göç"ün daha iyi bir anlatımını bugüne kadar görmedim.
Bugün sanatın ve sanatçıların gücünden bahsedeceğim. COVID-19 pandemisi ile bu ilahi gücün nasıl risk altında olduğundan.
Sanatçıların pandemi nedeniyle yaşadıkları sorunun boyutunu ilk kez, -itiraf etmeliyim- biraz da geç kalarak Mart ortasında fark ettim. Angela Merkel ve Kültür Bakanı Monika Grütters'in yan yana fotoğraflarının yer aldığı ve Almanya'nın "ülkenin yaratıcı ve kültürel sektörleri için kapsamlı bir yardım paketine adım attığı" haberi ile. Kültür Bakanı yaptığı açıklamada, "Zorlukları biliyoruz, çaresizliği biliyoruz" diyordu.
Kriz zamanlarında sanatçılar genellikle en çok etkilenenler arasında. Özellikle, devlete ya da kamusal bir yapıya bağlı olmayanlar, bu yapıların koruyucu çatısı altında olmayan serbest sanatçılar en önemli risk grupları. Bu grup sanatçıların bir önemli özelliği de çoğu zaman sanatlarını özgürce yapabilme kaygıları ile bu durumu kendilerinin seçmeleri. Herhangi bir iktidar gücüne bağlı olarak hayatı sürdürmek onların sanatla ifade etmek istediklerini sınırlayabilir endişesi taşıyorlar. Çoğu zaman düzenli bir gelirleri yok ve çok sınırlı zamanlar için dayanabilecek birikimleri oluyor. Bu da onları COVID-19 süresince en savunmasız gruplardan biri haline getiriyor.
Bu dönemde sanatçılarının desteklenmesini sorgulayabilirsiniz: Ne kadar acil ve öncelikli olabilirler ki?
Merkel'in buna bir yanıtı vardı ve bu yanıtı ile diğer dünya liderleri ile arasındaki farkı ortaya koydu: Merkel'e göre sanatçılar; sevenlerine yeni perspektifler kazandırarak yaşama başka gözle bakmayı sağlıyorlar, insanları duygularla buluşturuyorlar, yeni fikir ve duygular geliştiriyorlar, tartışmalar başlatıyorlardı.
Ülkelerin bu konudaki yaklaşımları farklı. Fransa'da 1,3 milyon sanatçıyı barındıran bu sektörün unutulduğu söyleniyor. Hatta bir grup sanatçı Nisan ayı sonunda Le Monde'de Macron'a açık bir kınama mektubu yayınladı. İngiltere'de Albert Hall gibi çok güçlü kurumlar bile "yıkılmaya çok yakın olduklarını" açıkladılar. Yönetmenler, aktör/aktristler, buralarda görev yapan teknik ve destek hizmet personeli, müzisyenler, besteciler ve niceleri parça başı iş alıyorlar. ABD Ulusal Sanat Vakfının başkanı geçenlerde ülke çapında daha geniş sanat ve kültür sektöründe geçimlerini sağlayan ve potansiyel olarak risk altında olan beş milyondan fazla Amerikalı olduğunu açıkladı. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) kanımca ülkemizde bu konuda en derli toplu yayını yaptı ve dünya ölçeğinde olup biteni özetledi.2
Ülkemizde risk altında ne kadar sanatçı var bilmiyorum. İnternette yaptığım aramalarda böyle bir sayıya ulaşamadım. Bu konuda TBMM'ye verilmiş bir soru önergesi buldum. Milletvekili Sayın Suat Özcan, 2 Mayıs'ta "Koronavirüs salgını sürecinde kapatılan tiyatro, gösteri merkezi ve konser salonlarının açılacağı tarih ile bu sektörlerde çalışanların yaşadığı mağduriyetin giderilmesine" ilişkin bir soru önergesi3 sunmuş. Yanıtı öğrenemedim. Kültür ve Turizm Bakanlığımızın web sayfasında bulamasam da, Bakanlığın bir açıklamasına atıf yapan bir haberde üç bine yakın sanatçının Ocak ayından itibaren sözleşmeli statüye alındığı ve bu önlemle korunduğu yer alıyordu. Aynı haber özel tiyatrolara yapılan destek ile ilgili bir bilgi de içeriyor. Yine İKSV, bakanlığın aynı açıklamasındaki başkaca destelere de yer vermişti raporunda. Bunları okurken, bu önemli Bakanlığın adında, "kültür ve turizm" var da "sanat" nerede diye sordum kendi kendime. Bakanlığın web sayfasına bakınca bu üç kavramın hak ettiği üzere üç farklı başlıkta yer aldığını gördüm (Beklentimi hemen paylaşacağım: Umarım bir an önce bakanlıklar da ayrılır; hiç olmazsa "turizm" ayrı, "kültür ve sanat" ayrı birer bakanlık olur).
Sadece devletler değil sanat çevreleri de mevcut ya da yeni yapılanmalar ile bu süreçte sanatçılara destek olmaya çalışıyorlar. Örneğin, "Creative Capital", ABD'de fon, danışmanlık, toplantılar ve kariyer geliştirme hizmetleri yoluyla yenilikçi sanatçıları destekleyen bir platform. Bu ülkenin gördüğü en yenilikçi sanatçılardan biri adına kurulmuş vakfın da en büyük destekçisi, Andy Warhol Görsel Sanatlar Vakfı. Pera Müzesinde 2014 yılındaki "Andy Warhol: Herkes için Pop Sanat"4 sergisine gidenler bilirler. Bu yaratıcı sanatçının adına kurulan vakıf bu aralar başka sanatçılara da kol kanat geriyor. Yenilikçi çözümler yoluyla hem sanatlarının hem de hayatlarının devamına destek oluyor. Bu tip bağımsız platformları ülkemizde de daha çok görmeyi umalım.
Aslında sanat tüm insanlık çağı boyunca destekle korunarak yol alabilmiş. Medici ailesi olmasa bir Floransa olabilir miydi? Ya da nice büyük sanatçıların arkasındaki hamiler. Günümüzde bu hamilik daha kurumsal bir yapıda devam ediyor. Destekler müzelerin ve sanat galerilerinin yaşatılmasına kaymış durumda, Pera Müzesi, Sakıp Sabancı Müzesi gibi.
Bu nedenle sanatın bizlerle buluştuğu yerleri korurken oralarda eserleri sergilenen eser sahiplerinin de nasıl korunacağını konuşmalıyız. Ve elbette, verilen her desteğin adil dağıtımını da!
Pandemi gibi küresel bir durum hepimizin zaman zaman aynı deneyimleri yaşamamıza neden oluyor. Evde kapalı kalıyoruz, sosyal ilişkilerimiz ve hatta ikili ilişkilerimiz zorlanıyor. Tam da bu noktada sanatçı devreye giriyor.
Malum "Gösteri devam etmelidir! (Show must go on!)".
Deneyimlerimizi ve bunların bize yarattığı etkileri, duygularımızı sanat aracılığı ile ifade ediyorlar. Bizi bizden iyi anlatıyorlar. Gündelik hayatlarımıza giren maskeler, sosyal mesafe ya da tuvalet kağıdını en çarpıcı şekilde kullanabiliyorlar. Bir örnek5 vereyim, Melbourne sokaklarından. İki kadın sanatçıya ait bir duvar resminde Koronavirüsün üzerine basarak dünyamızı kaldıran bir sağlık çalışanının hem mitolojik kahraman Atlas'a hem de kanatları ile bir meleğe benzetildiği eseri görünce etkileniyor insan. Atlas ve melek ile insan, güven ve iyilik yer buluyor çizimler arasında.
Sosyal ilişkimizin canlı kalması için yaratıcı yollar buluyorlar. Müzelerdeki resimleri evimizden galeri galeri ziyaret edebiliyoruz. Bu gezintide bize eşlik eden sanat tarihçileri var. Konser salonlarına gidemesek de en ünlü orkestralarının müzisyenleri bizi evlerinde konuk ediyor ve müziklerini ulaştırıyor. Arşivler açıldı ve eski oyunlar, gösteriler ve filmlere ücretsiz ulaşılabiliyoruz. Ve bütün bunlar karantina günlerimizin kalitesini arttırıyor.
Televizyonda bakıyorum en çok sokaklarda bando geçerken ya da komşunun balkonda çaldığı bağlamayı dinlerken yüzler gülüyor.
Sanatçılar, kendi gündelik zorluklarını yaşarken üretmeye devam ediyorlar. COVID günlerimizin daha mutlu geçmesine katkı veriyorlar.
Olağanüstü durumların olağanüstü sonuçları vardır.
Çağımızın en büyük felaketlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı bugün inandığımız birçok etik değerle beraber uluslararası işbirliği örgütlerimizi doğurdu. Benzer şekilde Büyük Britanya Sanat Konseyi de sanatçıların haklarını, zor zamanlarda desteklenmesi amaçlayarak bu dönemde kuruldu. İşte tam sırası. Bu dönemi ve sonrasını sanat ve sanatçıların desteklenmesi açısından da kurgulamalıyız. Kamunun bu konuda daha fazla rol almasını sağlarken çok daha fazlasını da başarabilmeliyiz. COVID-19 günlerine damga vuran "dayanışma" sözcüğü, sanatçıların destelenmesinde de "örgütlü dayanışma" şekilde vücut bulmalı. Yeni normalleşmeyi yaşarken, başta büyük kapalı yerlerde sunumlarını gerçekleştiren sahne sanatlarının hayata tutunmasını sağlamalıyız. Belki biraz küçülüp, daha yerel kalınır; ancak online uygulamalara dayalı tek bir seçenekten onları kurtarmalıyız. Bu konuya kaynak ayırmalıyız.
Bu konudaki her yatırımın aslında kendimize olduğunu da anlamalıyız. Nasıl mı?
Her iki çocuğuma da bakıp büyüten bir Hatice Teyzemiz var. İşler yetişmeyince "zaman ne çabuk geçti yine" diye yakındığımı duyduğu bir keresinde bana Bulgaristan'da köyde yaşayan annesinin kendisi böyle söylendiğinde "zamanın işi ne güzel kızım, zamanın işi de akıp gitmek, o da işini yapacak elbet" dediğini anlatmıştı. Bilge kadın.
Evet zaman işini yaptığında, akıp gittiğinde, bu engellenemez akışının önünde bizler kaybolacağız. İster toprak ister kül olsun bedenimiz yok olacak ve gün gelip bizi hatırlayanlar da aynı akıbete uğrayacak.
Bir tek sanatçılar ve onların eserleri hepimiz adına öykülerimizi anlatmaya devam edecekler.
Bu yüzden korunmalılar. Desteklenmeliler.
Onlar sağ olup üretebildikçe insanın öyküsü de yaşayacak ve aktarılacak.
Bitirmeden...
Bu öykülerin en güzelini anlatan bir insanın ölüm yıldönümüydü bu hafta. Nâzım Hikmet. Hafta boyunca her yerde karşıma çıktı. Bir arkadaşım bir metro duvarında, bir arkadaşım da bir şarap şişesi etiketinde yer alan dizelerini gönderdi bana. Farklı dillerde yazılmış kitapları ile farklı coğrafyaların insanları tarafından kucaklanmıştı.
Şimdi bizim de bir kez daha "usta"yı selamlama zamanımız.
Evinizde yoksa hemen gidin kitapçıya "Piraye'ye Mektupları" alın. Bulabiliyorsanız 20 mektubun aslına uygun örneği ile olanı. Nazım'ın el yazısını da görün, kağıdı hissedin, bu mektupları sandığında yıllarca saklayan kadının bağlılığını... Sonra da en baştan itibaren kronolojik olarak okuyun. Yüksek sesle birbirinize okuyun. Bunu ister bir dost meclisinde yapın, ister sevdiğinizle buluşmalarınızın kuytu köşelerinde. O satırlardaki samimiyeti, anlatımın gücünü hissedin.
"Güzel günler her şeye rağmen kapımızı çalmaktadır, sevgilim. Bu hasret kıyamete kadar sürmeyecek. Zafer, aşkın ve hayatındır." 6
KAYNAKLAR
- Bülent Ecevit. "Göçmen". 6 Haziran 2020 tarihinde erişildi.
- İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV)."Pandemi Sırasında Kültür-Sanatın Birleştirici Gücü ve Alanın İhtiyaçları". 6 Haziran 2020 tarihinde erişildi.
- Kültür ve Turizm Bakanlığı Covid-19 tedbirlerini açıkladı 6 Haziran 2020 tarihinde erişildi.
- Andy Warhol: Herkes için Pop Sanat. 07 Mayıs - 20 Temmuz 2014.Pera Müzesi. 6 Haziran 2020 tarihinde erişildi.
- Melbourne's COVID-19 street art in pictures.
- Nazım Hikmet. Piraye'ye Mektuplar. Derleyen: Memet Fuat. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. Şubat 2012. Sayfa 366.