15 Mart 2021

Türkiye-İran ilişkilerinde tarihi perspektiften tehditler ve fırsatlar

16. yüzyıldan bu yana devam eden Mezopotamya, Kafkasya ve Bereketli Hilal üzerinde etkinlik kurma mücadelesi önümüzdeki dönemde de gündemi meşgul ederken karşılıklı ekonomik bağımlılık, kültürel yakınlık ve ilişkilerdeki tarihsel birikim iki ülkeyi birbiri için vazgeçilmez kılmayı sürdürecektir

Türkiye-İran ilişkilerinin geçtiğimiz üç ay içerisinde önce Azerbaycan-Ermenistan savaşı, ardından da Kuzey Irak üzerinden gerilmesi, akla 16. yüzyılda Bereketli Hilal, Mezopotamya ve Kafkasya'da siyasi etkinlik kurmaya yönelik Osmanlı-Safevi mücadelesini getirmektedir. Aslında Türkiye-İran ilişkileri yüzyıllardır rekabet ve işbirliğinin iç içe geçtiği bir döngünün hikâyesidir. Dolayısıyla günümüzdeki Türkiye-İran ilişkilerini anlamak için ilişkilerdeki tarihsel sürekliliği ve birikimi göz önünde bulundurmak faydalı olabilir. Bu yazımda Türkiye-İran ilişkilerinin tarihini ele alarak günümüzdeki gelişmelerin hangi dinamik ve olguların etrafında şekillendiğini anlatmaya çalışacağım.

Osmanlı İmparatorluğu ile Safeviler arasındaki iki yüz sene süren güç mücadelesi her iki ülkenin de Batı karşısındaki zafiyetlerini fark etmeleriyle geri planda kalır. 19. yüzyıldan itibaren İran ve Osmanlı İmparatorluğu benzer toplumsal ve siyasi dönüşümlerden geçerler. Geleneksel kültürel ve toplumsal öğeleri tasfiye ederek modern uluslararası sistemin bir parçası haline gelmeye çalışırlar. İran ve Osmanlı'daki 1906 ve 1908 Meşrutiyet devrimleri söz konusu çabanın sonuçlarıdır. Her iki ülke bir taraftan Düvel-i Muazzama'nın siyasi ve ekonomik nüfuzundan kurtularak modern uluslararası sistemin eşit ve bağımsız bir üyesi haline gelmek ister. Bu amaçlarına Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki işgal döneminin ardından ulaşabileceklerdir. Osmanlı'nın dağılmasından sonra yeni bir siyasi birim olarak ortaya çıkan Türkiye'de Cumhuriyet ilan edilirken İran'da Şah Rıza Pehlevi geleneksel kurumları tasfiye ederek modern bir ulus-devlet kurmaya yönelir. Her iki ülke yirmili ve otuzlu yıllar boyunca Avrupa değerler sisteminin bir parçası haline gelebilmek için toplumsal ve siyasi yapılarını dönüştürmeye çalışırken bir taraftan modernleşme yolunda birbirilerinden güç alırlar. Rıza Pehlevi'nin 1934'teki Türkiye ziyareti sırasında Atatürk'ün reformculuğunu övmesi bu bağlamda değerlendirilebilir.

1930'lardaki ufak sınır sorunlarını bir kenara bırakırsak, savunma ve güvenlik anlamında da iki ülkenin ortak hareket ettiği görülür. Bir taraftan karşılıklı sınır denetimini arttırarak Kürt aşiretlerini ve o dönemde Ankara'nın siyasi otoritesini tanımayan silahlı Kürt gruplarını kontrol altında tutulmasını sağlarken diğer taraftan Doğu Akdeniz'deki agresif siyasetiyle Orta Doğu'yu tehdit eden Mussolini'nin İtalya'sına karşı Sadabad Paktı'nın kurulmasına öncülük ederler. Böylece otuzlu yılların sonundan itibaren iki ülke arasında savunma ve güvenlik alanında da ilişkiler kuvvetlenmeye başlar. Güvenlik ve savunma alanındaki işbirliği, inişli çıkışlı bir seyir izlese de, 1979'daki İran İslam devrimine kadar devam edecektir. İki ülkeyi 1945'ten sonra bir araya getiren temel etken ise siyasi seçkinlerin Sovyetler Birliği'ne yönelik tehdit algısıdır.

Bu dönemde Türkiye ve İran seçkinleri Sovyetler Birliği'nin bölgeye nüfuzunu engellemeyi amaçlayan Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) çevreleme politikasının bir parçası olurlar. Bu doğrultuda Irak ve Pakistan ile birlikte Bağdat Paktı'nı kurarlar. Ne var ki altmışlı yılların ortasından itibaren ABD ile Sovyetler Birliği (SSBC) arasındaki ilişkiler yumuşamaya, bloklar arasındaki gerginlik azalmaya başlayınca her iki ülke de dış politikalarında özerkleşmeye çalışarak sosyalist ve bağlantısız ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye yönelirler. Dolayısıyla yetmişli yıllarda sınırlı da olsa bölgesel güç mücadelesine girdikleri görülür. Ancak ne Türkiye ne de İran Batı kampını terk etmeyi düşünmemiştir ve ABD ile müttefik kalmaya devam etmişlerdir. Ta ki 1979 İran İslam devrimine kadar.

1979 devrimiyle İran'da kurulan yeni rejim, Batı kampını terk ederek ABD'nin Orta Doğu'daki nüfuzuna karşı cephe alır. İsrail ve Türkiye ile birlikte bölgedeki önde gelen müttefiklerinden birisi olan İran'ı kaybeden ABD, Türkiye'yi altmışlı yıllardan beri uyguladığı özerk dış politikadan vazgeçirmeye ve bütün enerjisini yeniden Batı bloğunun Orta Doğu'daki çıkarlarını gözetmeye yöneltmesini ister. Ne var ki üçüncü dünyacı yaklaşımıyla bilinen Bülent Ecevit hükümeti İran devrimini memnuniyetle karşılayacak, Süleyman Demirel ise İran'a karşı ABD yanlısı bir politika benimseyecektir. 12 Eylül darbesinin ardından ise Türkiye ABD'nin istediği gibi özerk dış politika anlayışından vazgeçerek ellili yıllarda olduğu gibi Batı'nın Orta Doğu'daki temsilcisi rolünü üstlenecektir. Bu bağlamda Ankara, ABD'nin SSCB ve İran'ı aynı anda çevrelemek için uygulamaya koyduğu, Sovyet yayılmacılığı ve İran'ın temsil ettiği "revizyonist İslam'a" karşı Batı bloğu ile uyumlu "ılımlı" İslam'ı teşvik eden "Yeşil Kuşak" projesine dahil olur. Türkiye'nin 1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak savaşından ekonomik fayda elde etmesi ve Başbakan Turgut Özal'ın pragmatik dış politikası sayesinde, Türkiye-İran ilişkileri sakin bir seyir izler.

Ancak doksanlı yılların dünya siyasetindeki tek süper gücü ABD'nin "Yeni Dünya Düzeni"ne meydan okuyan İran'ı haydut devlet ilan etmesiyle birlikte Türkiye ile İran arasında düşmanlık tohumları filizlenmeye başlar. SSCB'nin yıkılmasından sonra Yeşil Kuşak projesinin işlevsizleşmesi, aynı zamanda "radikal İslam'ın" Türkiye'deki etkinliğini arttırması, laikliğin tehdit altında olduğuna ilişkin algının hem kamuoyunda hem de güvenlik bürokrasisi çevrelerinde yaygınlaşmasına neden olur. Bu dönemde laikliğe yönelik tehditleri gündeme getiren gazetecilere ve akademisyenlere yönelik suikastların artması da İran'ın bir güvenlik tehdidi olarak değerlendirilmesine katkı sağlar. Aynı zamanda Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından dünya siyasetindeki yeni rolünü arayan Türkiye için ABD'nin ilan ettiği "Yeni Dünya Düzeni" yeni fırsat pencereleri açar. Buna göre Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya'da kültürel yakınlık duyduğu eski Sovyet Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirirken bir taraftan da bu ülkeleri uluslararası liberal demokratik düzenle tanıştırmaya çalışır. Bu strateji ABD'nin de desteğini alır. Washington İran'ın Kafkasya ve Orta Asya'daki potansiyel etkinliğini kırması için Türkiye'yi teşvik ederek bu ülkeye yönelik siyasi ve ekonomik baskıyı arttırmayı amaçlar. Gelgelelim Rusya'nın siyasi nüfuzunu yeniden hissettirmeye başlamasıyla bu proje sonuçsuz kalır. Fakat İran'ı sıkıştırmaya yönelik güvenlik siyaseti Türkiye'nin öncelikleri arasındaki yerini korur. Öyle ki İran yalnızca dışarıdaki bir tehdit olmasının ötesinde radikal İslami hareketlere ve PKK'ya verdiği destek nedeniyle bir iç güvenlik sorunu olarak da değerlendirilir. Şubat 1997'de İran'ın Ankara'daki Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri'nin Ankara Sincan Belediyesinin düzenlediği Kudüs Gecesi'ne katılmasının ardından Ankara sokaklarında tankların yürütülmesi bir bakıma iktidardaki Refahyol hükümeti ile birlikte İran'a karşı bir güç gösterisi anlamını taşımaktadır. Sincan'daki tankların sokağa çıkmasından anlaşılacağı gibi dönemin Türkiye siyasetinin en etkili aktörü olan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Refahyol hükümeti döneminde dahi İran'a karşı İsrail ile güvenlik alanında işbirliğini geliştirir. Ne var ki iki ülke arasındaki gerginlik, 16. yüzyıldan bu yana olduğu gibi iki ülkenin birbiri için vazgeçilmezliğini ortadan kaldırmaz. Ekonomik ilişkiler aksamadan devam ederken Kafkasya ve Orta Asya'ya yönelik ticarette ortak hareket ettikleri görülür.

İki binlerin başında "radikal İslam'ın" ve PKK'nın Türkiye'ye yönelik tehdit unsuru olmaktan çıkması, TSK'nın Türkiye siyasetindeki etkinliğinin zayıflamaya başlaması ve İran'da ılımlı Muhammed Hatemi'nin Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi ikili ilişkilerdeki tansiyonu düşürür. 2001'deki doğalgaz antlaşması bu yumuşamanın sonuçlarından birisidir. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD'nin odağını Afganistan ve Irak'a kaydırması da İran'a yönelik çevreleme politikasını hafifletir. Hatta ABD'nin 2003'te Irak'ı işgal etmesinin ardından kontrolü bir türlü sağlayamaması ve nihayetinde 2011 yılında bu ülkede düzen inşa edemeden askerlerini geri çekmesi İran'ın bölgedeki etkinliğinin artmasına neden olur. Tam bu sırada Türkiye'de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi güvenlikçi politikaları bir kenara iterek hem ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkileri güçlendirmeye hem de Orta Doğu'daki tüm aktörlerle diyalog kurmaya yönelir. İran ve İsrail ile aynı anda ilişkileri sürdürebilme başarısını gösteren Türkiye'nin Orta Doğu'daki etkinliği artmaya başlar. Dolayısıyla Türkiye-İran ilişkileri 1979 İslam devriminden sonra görülmemiş ölçüde verimli bir döneme girecektir. Öyle ki Türkiye 2010 yılında İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerine karşı ABD'nin bu ülkeye yönelik uygulamak istediği ekonomik ambargoya karşı çıkar. Türkiye İran'ı Batı'ya karşı koruyarak bir taraftan İran ile ticari ilişkilerini korumaya diğer taraftan da 2009'daki ünlü Davos Zirvesi'nin ardından üstlendiği "Müslümanların koruyucusu" rolünü sürdürmeye çalışır. Ne var ki, Batı ile tarihsel ve derin kurumsal bağlar Türkiye'nin hareket alanını kısıtlayacaktır. 2011'de NATO'nun Malatya Kürecik'te füze savunma sistemi kurma kararı İran ile ilişkilerin gerilmesine neden olur. İran Kürecik'teki füze radar sisteminin İsrail'in çıkarları doğrultusunda kendisine karşı kurulduğunu iddia ederek Türkiye'yi uyarır.

Ancak iki ülke arasındaki gerginliğin asıl tetikleyicisi Arap baharıyla beraber şiddetlenen bölgesel hakimiyet mücadelesidir. Erdoğan hükümeti Arap baharını ideolojik yakınlık duyduğu Müslüman Kardeşler'in Arap ülkelerinde iktidara gelmesi yönünde bir fırsat olarak görür. Başta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olmak üzere Türkiye'nin erken Cumhuriyet döneminden itibaren Orta Doğu'dan uzaklaştığını ileri süren siyasi seçkinler, Müslüman Kardeşler network'ü sayesinde bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun parçası olan Arap ülkelerinde Türkiye'nin siyasi ve ekonomik nüfuzunu arttırabileceğine inanırlar. Bu yaklaşım aslında Erdoğan hükümetinin, Orta Doğu'daki bütün aktörlerle diyalog kurma politikasını tamamen terk etmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kısa süre içerisinde Suriye'de Esad rejimini destekleyen İran başta olmak üzere bütün unsurlarla Türkiye'nin arası açılır. Öyle ki İran'ın Lübnan'daki vekili Hizbullah, Beyrut'taki Türk Hava Yolları personelini rehin alır ve 2006'dan itibaren Lübnan'da bulunan Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nde görevli TSK mensupları güvenlik kaygısıyla Türkiye'ye döner. Sonuç olarak Arap baharının Suriye'de iç savaşa dönüşmesiyle 16. yüzyıldan itibaren süregelen, 20. yüzyılın modernleşme hamleleri ve Soğuk Savaş ile üstü örtülen iki ülke arasındaki bölgesel hakimiyet mücadelesi tüm çıplaklığıyla yeniden gün yüzüne çıkar.

Suriye iç savaşı Rusya ve İran tarafından desteklenen Esad rejimi lehine seyrederken Türkiye'nin bir zamanlar Osmanlı'nın parçası olan Arap topraklarında Müslüman Kardeşler network'ünü kullanarak siyasi ve ekonomik nüfuz kurma çabası sonuçsuz kalır. Öyle ki 2013 Temmuz'unda Mısır'da Müslüman Kardeşler darbe ile hükümetten uzaklaştırılmış; Suriye Müslüman Kardeşleri iç savaşta üstünlüğü ele geçiremediği gibi sahayı El Kaide bağlantılı cihatçı gruplara kaptırmış ve 2015 Eylül'ünde Rusya Suriye'deki tüm muhalif grupları temizlemek amacıyla askeri müdahale seçeneğine başvurarak Türkiye tarafından desteklenen muhalif unsurların hareket alanını ciddi ölçüde kısıtlamıştır. Bunun yanı sıra 2014'ten itibaren Irak ve Suriye'de etkinliğini arttıran Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Suriye'deki tüm aktörlerin temel kaygısı haline gelir. ABD her ne kadar Esad rejiminin devrilmesi yönündeki çabalara destek verse de IŞİD tarzı radikal unsurlar Washington'un temel kaygısı haline gelir. Dolayısıyla ABD Irak ve Suriye'de IŞİD'e karşı İran ile örtülü işbirliğine girer. Bu dönemde Ankara'nın hedef küçülterek yalnızca Kuzey Suriye'deki Kürt oluşumunu boğmaya yönelmesi ve IŞİD ile mücadeleyi ikinci plana attığına dair izlenim vermesi Türkiye'nin Batı kamuoyundaki imajını olumsuz etkiler.

Diğer taraftan 2013'te İran'da iktidara gelen Ruhani yönetimi İran'ın ABD'ye ve liberal uluslararası düzene meydan okuyan revizyonist tutumunu yumuşatmaya çalışır. İran, ABD ile diyalog kurmaya çalışırken bir taraftan da içerideki muhafazakârların etkisini kırmanın yollarını arar. Ahmedinejat döneminde yolsuzluğa karışan Babek Zencani gibi iş adamları ifşa edilir. Tam bu dönemde İran'da haklarında yolsuzluk soruşturması açılan kişilerle ekonomik çıkar ilişkisi kurmak suretiyle bu ülkeye yönelik ambargoyu deldiği iddia edilen bakan, iş adamı ve bürokratların adının karıştığı 17 - 25 Aralık yolsuzluk operasyonları Türkiye'nin gündemini sarsar. Türkiye'de hükümet ve kamuoyu bu operasyonların ardından devletin içerisine yerleşmiş Fethullahçılara odaklanırken meselenin İran boyutu geri planda kalır.

Operasyonların ardından Türkiye'nin ABD ile ilişkileri gerilirken İran ile Washington arasında yumuşamanın ilk tohumları filizlenmeye başlar. İran BM Güvenlik Konseyi ve Almanya ile 2015'te imzaladığı nükleer antlaşmanın ardından ise yalnızca ekonomik ambargodan kurtulmaz aynı zamanda Batı kamuoyundaki imajı giderek düzelir. Dolayısıyla Türkiye ile giriştiği güç mücadelesinde İran hem saha hem de moral üstünlüğü ele geçirerek Irak ve Suriye'deki siyasi etkinliğini arttırır. Ankara, İran'ın yükselen kapasitesi karşısında bir ara Körfez ülkeleriyle İslam ordusu kurmayı dahi göze alır. Ancak 15 Temmuz darbe girişimi ikili ilişkileri yeniden dizayn eder. Darbe girişiminden Washington'u sorumlu tutan Ankara, Obama yönetimini karşısına aldığı bir dönemde İran ile ilişkilerini düzeltmeye yönelir. Suriye'de karşı karşıya geldiği Rusya ile de yeniden yakınlaşmaya karar veren Erdoğan hükümeti, IŞİD'e karşı ABD tarafından desteklenen PYD/YPG'nin gücünü kırmak için bu ülkelerin desteğini arar. Ancak Ankara ve Tahran yeniden yakınlaşma döneminde dahi alttan alta bölgesel güç mücadelesini sürdürür. Türkiye'nin Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonlarıyla YPG'yi Afrin ve Rojava'nın Türkiye sınırına yakın bölgesinden uzaklaştırarak bu bölgelerde askeri ve siyasi etkinlik kurmaya yönelmesi İran'ı rahatsız eder. Zeytin Dalı operasyonun ardından İran yanlısı milislerle TSK arasındaki çatışmalar İran'ın bu tutumuna işaret eden temel gelişmedir. Ancak iki ülke arasındaki asıl gerginlik İdlib üzerinden yükselir. Türkiye İdlib'deki muhalif gruplara yönelik desteğini sürdürürken İran ve Rusya destekli Suriye ordusunun İdlib'e yönelik operasyonlarına karşı çıkar. Bunun da ötesinde TSK Suriye ordusu ile sıcak çatışmaya girer. Türkiye'yi İdlib konusunda cesaretlendiren etkenlerden birisi de 2016'da ABD'de iktidara gelen Donald Trump'ın İran ile 2015'te imzalanan nükleer anlaşmadan çekileceğini açıklayarak 2018'de İran'a yönelik ekonomik yaptırımları yeniden devreye sokmasıdır. Yaptırımların İran'ın ekonomisini yıpratması Suriye'deki hareket alanının kısıtlanmasıyla sonuçlanır. İran'ın denklem dışında kaldığı söylenemese de İdlib üzerinde Türkiye'nin 2018'den itibaren daha çok Rusya ile müzakere ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

İran'ın hareket kapasitesine darbe vuran gelişmelerden bir diğeri ise 2020'nin Ocak ayında Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin öldürülmesidir. Süleymani süikastı Türkiye'yi İdlib'deki muhalif grupları destekleme konusunda teşvik eder. Öyle ki TSK Şubat ayında İdlib'i kuşatan İran destekli Suriye ordusuyla doğrudan çatışamaya girer. 27 Şubat'ta 33 askerin hava bombardımanıyla şehit olması dahi Türkiye'nin İdlib'den vazgeçmesini sağlamaz. Ne var ki, ekonomik sıkıntılar, Kasım Süleymani'nin kaybı ve Covid-19 salgınına rağmen İran'ın Irak ve Suriye'deki etkinliği devam etmektedir. Dolayısıyla Türkiye'nin Kuzey Suriye ve son Gare operasyonundan sonra görüldüğü gibi Kuzey Irak'taki faaliyetleri İran tarafından kuşkuyla takip edilmekte ve sınırlandırılmaya çalışılmaktadır.

ABD'de Joe Biden'ın iktidara gelmesi ise İran'a yeni fırsat pencereleri açarken Türkiye için zorlu bir sürecin başlangıcı olarak değerlendirilebilir. Biden göreve başladıktan kısa bir süre sonra Trump yönetiminin çekildiği nükleer anlaşmayı yeniden canlandırmak istediğini ve İran'ın bir diğer rakibi Suudi Arabistan'ın Yemen'deki askeri faaliyetlerine destek vermeyi sonlandıracağını açıklaması, Tahran üzerindeki baskıyı hafifletmiş gözükmektedir. Her ne kadar nükleer anlaşmanın yeniden yürürlüğe girmesi her iki ülkedeki kuşkucu çevrelerin baskısı ve İran'da muhafazakarların yeniden iktidara gelme ihtimali nedeniyle kısa vadede mümkün gözükmese de böyle bir olasılığın dillendirilmesi dahi İran siyasi seçkinlerinin özgüvenini arttırdığı söylenebilir. Kaldı ki Biden yönetiminin Suudi Arabistan'a yönelik olumsuz tutumu ve İsrail'deki Netanyahu hükümetine karşı mesafeli yaklaşımı İran'ın Ortadoğu'daki hareket alanını genişletebileceğine işaret etmektedir.

Diğer taraftan uluslararası liberal düzeni restore etmeyi amaçlayan Biden yönetiminin, Türkiye'deki demokratik kurumların işlevsizliği nedeniyle Erdoğan hükümetine karşı eleştirel bir pozisyon benimseyeceği görülüyor. Bunun yanı sıra ABD'nin YPG'ye desteği, S-400 meselesi nedeniyle Türkiye'ye yönelik silah ambargosunun gündeme gelmesi, Fethullah Gülen'in Pensilvanya'da ikamet etmeye devam etmesi ve Halkbank davası gibi faktörler ikili ilişkileri olumsuz yönde etkilemeyi sürdürecektir. Türkiye'nin Trump döneminde bulduğu göreli desteği Biden yönetiminden göremeyecek olması Suriye'deki hareket alanını daraltacağa benzemektedir. Eğer ABD ile İran arasında nükleer anlaşma yürürlüğe girer ve Tahran'ın ekonomik gücü artar ve Batı kamuoyundaki imajı düzelirse 2015-2018 arasında olduğu gibi Suriye ve Irak'taki nüfuzu artacak, dolayısıyla Türkiye ile bölgesel güç mücadelesinde üstünlüğü ele geçirme ihtimali yükselecektir. Tahran'ın Gare operasyonun ardından Irak'taki milislerini kullanarak Sincar ve çevresini TSK operasyonlarına kapatmaya çalışması bir anlamda İran siyasi seçkinlerinin yükselen özgüvenini yansıtmaktadır. Ancak bu özgüvenin yalnızca Türkiye'yi değil aynı zamanda Rusya'yı da rahatsız ettiği görülmekte, Moskova'nın Suriye'deki Şii milislerin artan faaliyetlerini bu ülkedeki etkinliğini açısından tehdit olarak algıladığı anlaşılmaktadır. Türkiye ve Rusya'nın en son Katar ile ortak bir mekanizma kurarak Suriye'nin yeninden inşasına yönelik adım atması İran'ın etkisinin sınırlandırmaya yönelik bir hamle olarak değerlendirilmektedir. Irak ve Suriye'deki Şii milislerin artan gücünden tabii ki ABD'yi de tedirgin etmektedir. Dolayısıyla İran, Haşdi Şabi başta olmak üzere bölgedeki silahlı grupları en azından sınırlandırmaya çalışmazsa aynı anda ABD ve Rusya ile sorun yaşayabilir. Böyle bir durumda Türkiye'nin Kuzey Irak ve Suriye'de İran'a karşı eli güçlenebilir. Buna karşın İran'a yönelik ekonomik ambargonun kalkması Türkiye için ekonomik fırsatları beraberinde getirecektir. Bir başka ifade ile 16. yüzyıldan bu yana devam eden Mezopotamya, Kafkasya ve Bereketli Hilal üzerinde etkinlik kurma mücadelesi önümüzdeki dönemde de gündemi meşgul ederken karşılıklı ekonomik bağımlılık, kültürel yakınlık ve ilişkilerdeki tarihsel birikim iki ülkeyi birbiri için vazgeçilmez kılmayı sürdürecektir.