Artık yazamıyorum, sadece çığlık atıyorum. Söylenmedik, yazılmadık şey kalmadı zaten. Duyan kulaklar ve yürekler için, gören gözler ve vicdanlar için her şey ayan beyan: Ülkede savaş var; devlet ve iktidar, terör örgütüyle savaş adı altında Kürt vatandaşlarına karşı savaşıyor. Kürt silahlı hareketi, halkın özgürlüğü için halk savaşı veriyorum diyerek kendi halkını kırdırıyor. İki taraf da kendi siyasal emelleri, kendi stratejik amaçları uğruna İNSAN’ı feda ediyor. Canlar harcanırken, insanlar telef olurken iki tarafın da kendilerince haklı saydıkları nedenleri, bu kan ve zulmü aklayıp paklayacak gerekçeleri var: “Vatanı bölmek, bölgede kendi hâkimiyetlerini kurmak istiyorlar, devlete şırh koşuyorlar” diyor iktidar; “Halkımızın varlığını, özgürlüğünü, haklarını kazanmak ve savunmak için savaşıyoruz”, diyor Kürt hareketi. Ve bu arada şiddet şiddeti doğuruyor, şiddet sarmalı yükseldikçe yükseliyor.
Diyarbakır: Bölgenin kalbi, kendimizi hep suçlu, hep eksikli hissettiğimiz dostlarımızın, yoldaşlarımızın, barış ütopyamızın şehri. Bu kadim ve kutsal şehir gün be gün cehennemden bir köşeye dönüşüyor. Cizre, Lice, Nusaybin, İdil, Silvan, Derik, Sur, daha nereler şimdi kuşatılmış savaş alanları. Camiler, okullar, hastaneler yanıyor, yıkılıyor; çoğu mahallede içine girip oturulabilecek tek bir ev kalmamış, dükkânlar kapalı, kepenkler inik. Sivil ölüm yok iddiasının yalan olduğunu siz bilmiyorsunuz ama oradaki insanlar, ölülerine ağlayanlar biliyor. Ölüm sıradanlaşıyor ve insanlar yıkılmış evlerinden kurtardıkları birkaç parça eşyalarını buldukları araçlara yükleyip, evlerini, yurtlarını sokaklarını terk ediyor. Tıpkı istila edilmiş topraklarından kaçan yenik halklar gibi.
Üzerinde o kadar düşündüğüm, yazdığım çizdiğim konu: kimin haklı kimin haksız olduğu, şu anda artık ilgilendirmiyor beni. Camiyi kimin patlattığı, okulu kimin bombaladığı, ölenleri kimin öldürdüğü de… Çünkü bir yerde savaş varsa, orada gerçeklere asla ulaşamazsınız ve savaşta hiçbir taraf temiz kalamaz. Beni sadece ve sadece acı çeken, ölen, öldürülen, cehennem hayatına mahkûm edilen, evini, işini, okulunu, o zahmetli ama yine de yaşanmaya değer gündelik hayatını yitiren insan ilgilendiriyor. Savaş ve şiddet diliyle konuşanların hangi taraftan olduğu da, silahı, şiddeti kimin kullandığı da vardığımız şu noktada artık umurumda değil; Ne “Vatanın bölünmez bütünlüğü için” diyenler, ne de halk savaşı verdiklerini sananlar…
Çünkü biliyorum; orada vatanın milletin bütünlüğü korunmuyor, iktidarın Kürt halkına boyun eğdirme, dize getirme, şiddet ve dehşet yaratarak teslim alma operasyonu yürütülüyor. Üstelik bu operasyonun temel amacı birilerine başkanlık koltuğu, diktatörlük olanağı, sınırsız güç sağlamak. Ama orada gerçek bir halk savaşı da yok, bu bir yanılsamadan ibaret, biliyorum. Kürt halkı, “Bitirin bu savaşı, artık takatimiz kalmadı, barış istiyoruz, sadece barış” diye avaz avaz feryat ediyor. Yerini yurdunu bırakıp cehennemden kaçmaya çalışıyor. Ve siz onlara, “Her çiçek toprağında güzeldir, her çiçek yaşamı kendi toprağında var edebilir” gibi şairane seslenişlerle ölüm, açlık, acı vaat ediyorsunuz. Orada, kazılan hendeklerin, kurulan barikatların ardında gencecik Kürt çocukları, özgürlük adına yola çıkmış insanlar yaşamını yitiriyor, ölüyor, öldürüyor. Uğruna savaşılan özgürlük ölümün özürlüğü, uğruna savaşılan haklar ölme ve öldürme hakkı oluyor. Doğru amaçlar uğruna yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış hesaplarla ortasına sürüldükleri çatışma, en başta Kürt halkının geleceğini vuruyor.
Ölüler ve yıkıntılar üzerine kurulu hiçbir zafer, hiçbir iktidar sağlam temellere oturmaz; kanlı zeminler temel tutmaz. İnsanlar feda ediliyorsa, “yüce amaçlar” yüce olmaktan çıkar, muktedirlerin güçlerini ve konumlarını pekiştiren yalanlara dönüşür.
İktidara soruyorum: Evleri ocakları gibi yürekleri de yıkılmış, evlatlarını yitirmiş insanların boşalttığı mahallelerde, gündelik yaşamın canlılığının söndüğü ruhu kararmış kentlerde, savaş alanı bölgelerde devletin otoritesini sağlamanın ne anlamı var? Ne anlamı var ölüleri dize getirmeye çalışmanın? Harabeler ve mezarlıklar mıdır vatan? Yitik kuşaklar, dağlara, savaşa, ölüme mahkûm edilmiş çocuklar mıdır vatan? Devlete, iktidara, savaş kararının kurmaylarına sesleniyorum: Ülkenin tahribinden, insanların acılarından, kandan, ölümden, Kürtlere zulümden, gelecek kuşakların yitirilmesinden, benim bu çılgın, onarılmaz kederimden, doğusuyla batısıyla halkın umutsuzluğundan öncelikle siz sorumlusunuz.
PKK, KCK, YDG-H; size sesleniyorum! Bir özgürlük hareketi olarak çıktığınız yolda, bugün vardığınız noktada dönüp arkanıza bakıyor musunuz? Önderiniz Öcalan’ı hatırlıyor musunuz? İnsanların akın akın terk ettiği, hayatın cıvıltısının sustuğu, şiddetin egemen olduğu, ölümün sıradanlaştığı insansızlaşmış, ıssızlaşmış yıkıntılarda kurmayı düşlediğiniz öz yönetim olsa ne yazar, olmasa ne yazar! Hiç düşünüyor musunuz?
Bu bir çığlık; sadece benim değil, eğer kulak vermeyi, duymayı becerebilirseniz Kürdüyle Türküyle, doğusuyla batısıyla bütün Türkiye’nin imdat çığlığı. İki tarafa da sesleniyoruz: İsteseniz bir günde bitirirsiniz bu savaşı. İsteseniz doğusu batısı birlikte onarırız yıkıntıları ve yürekleri.
Şimdi siyasetin değil, vicdanın emirlerini dinleme zamanı. Şimdi barışa cesaret etme zamanı. Bir avuç -gerçekten de bir avuç- çılgın savaşçı dışında Türkiye sizden barış istiyor.