“Viva la muerte (Yaşasın ölüm!)” İspanya İç Savaşı sırasında Franko’cu faşistlerin (falanjistlerin) en ünlü sloganıydı. Bu savaşta Cumhuriyetçilerden, Falanjistlerden ve sivil halktan 1 milyona yakın insan öldü. Bu lanetli çığlık İkinci Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında, savaşı yücelten, kana, ölüme, şiddete tapan bütün saldırgan faşist hareketlerin sloganı oldu. Dünyanın her yanında muktedirler kitleleri savaşa sürmek için aynı propaganda yöntemlerini, neredeyse aynı söylem ve kavramlarla kullandılar. Vatan, millet, din, mezhep, dava, beka için savaşmak, yani ölmek ve öldürmek yüceltilirken barış kavramı, barış çağrıları, savaş karşıtlığı davaya ihanet sayıldı, sayılıyor.
Savaşta önce gerçekler ölür
Savaş ortamına girildi mi artık hiçbir şeye inanamazsınız, inanmamalısınız da. Çatışan taraflar gerçekleri kendi çıkarlarına göre çarpıtır, kendi amaçlarına uygun olarak yansıtırlar. Savaş ortamında algı operasyonu ve propaganda başlı başına bir silahtır, hem de en etkilisinden.
Savaşın beyni, kontrolündeki propaganda araç ve olanaklarını sonuna kadar kullanır, kitlelerin algı ve bilinci üzerinde tam hakimiyet kurmak için gerçekleri çarpıtmaktan, doğruyu öldürmekten çekinmez. Kitleler gerçekten kopar, iktidarın kurgusal dünyasında yaşamaya başlar.
Savaş ve çatışma ortamlarında gerçeklerle birlikte özgürlükler, özellikle de savaşa karşı çıkma, barışı savunma, düşünce ve ifade özgürlüğü de ölür. “Yaşasın ölüm!” çığlıkları ve ihanet suçlamaları arasında savaş karşıtlarının sesleri bir yandan iktidarın tehditleri, baskıları, yargıya müdahaleleri ile, öte yandan savaş propagandası afyonunun etkisindeki kitlelerin saldırılarıyla kısılır.
173 imzalı mektup ve TTB olayı: Şekil 1’de görüldüğü gibi…
Türkiye’nin, kendi sınırları dışında, Suriye topraklarında yürütmekte olduğu harekât henüz başlamamışken, henüz “Bir gece ansızın girebiliriz” türküleri/tehditleri duyulurken çeşitli çevrelerden, mesleklerden, farklı düşüncelerden 173 yurttaş Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki milletvekillerine, parti başkanlarına, hükümet üyelerine hitaben, kişiye özel bir mektup gönderdi. Bölgeye askerî müdahalenin yaratacağı çok boyutlu sorunlara dikkat çeken, barışçı çözümlerin mümkün olduğunu dile getiren bu mektup, bir AKP milletvekili tarafından “Siz de kim oluyorsunuz, hadi ordan!” yorumu ve “Suriyeli mülteciler için ne yaptınız, terörü ne zaman kınadınız” gibi, mektupta yazılanlarla hiç ilgisi olmayan notlarla yandaş basına duyuruldu. Anında başlayan troll saldırısı Erdoğan’ın AKP Genel Başkanı olarak Çorum’da partililerine yaptığı konuşmadaki hakaretlerden (vatan haini, ahlâksız, soytarı, vb.) sonra, beklenebileceği gibi ayyuka çıktı. Bunların hepsi idam edilmeli, diyenler mi istersiniz, bu hainler vatandaşlıktan çıkarılsın diye Change.Org’da kampanya başlatanlar mı istersiniz (Nefret söylemi, hedef gösterme, haysiyet cellatlığı bu kurumun ilkelerine aykırı değil miydi? O da savaş haline uymuş olmalı…), “hepiniz ölesiniz” diye yazan mı, artık bıçak kemiğe dayandı, bunların hepsi vurulmalı diyen mi istersiniz…
Ardından Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) “Savaş bir insan sağlığı sorunudur” Açıklaması geldi. Bu defa saldırıyla yetinilmedi, Başkan dahil on bir yönetici gözaltına alındı. Adalet Bakanı’ndan Sağlık Bakanı’na, hekimlerin ne biçim suç işlediğini anlatmak için sıraya girdiler. TTB yöneticilerine reva görülen muamele, 16 Temmuz’da OHAL’in ilanından bu yana birbiri ardına gelen akıl havsala almaz hak, hukuk, yasa ihlalleri arasında birinciliği hak ediyordu doğrusu. Tabii şimdilik…
Ne 173 imzalı mektupta ne de TTB açıklamasında doğrudan veya dolaylı suç sayılabilecek en küçük bir ibare yoktu. Hatta o metinlerdeki fikirlerin aksini söylemek, savaşı, ölümü savunmak açık suç işlemek olurdu. Ne ki imzaların ve açıklamanın sahipleri, Şefin yönetimindeki Yaşasın Ölüm korosuna katılmayı reddediyorlardı. Savaş kötüdür, insana yaşama zarar verir, “aslolan hayattır”, diyorlardı. Bütün suç buydu.
Barış istemenin suç olduğu ülke
Bugünün işi değil, Türkiye’de barışı savunmak her zaman zordu. 1950 yılı Temmuz’unda kurulan Behice Boran başkanlığındaki Barışseverler Cemiyeti Kore’ye asker gönderilmesini protesto ettiği için kapatıldı, kurucuları 15 ay hapse mahkûm edildi. 1977’de kurulan eski büyükelçi Mahmut Dikerdem’in başkanlığındaki Barış Derneği de 12 Eylül darbesinin ardından kapatıldı ve o dönemlerin en seçkin aydınlarından olan kurucuları tutuklanarak yıllarca süren 12 Eylül davalarında yargılandı. Son iki yıldır, adında “barış” sözcüğü bulunan bütün kuruluşlar kapatılırken, bırakın dernekleşmeyi “Savaş kötüdür, barış olsun” demek bile ahlâksızlık, vatan hainliği sayılmaya ve katli vaciptir fetvaları ile hedef gösterilmeye başlandı.
Barış isteminin suç, savaş güzellemesi ve propagandasının erdem olduğu; barışçıların ahlâksız hain, Yaşasın ölüm! diye bağıranların kahraman vatansever ilan edildiği bir ülkede artık bütün değerler ters yüz olmuş demektir. Son zamanlarda sık sık sorulan “Bize ne oldu, nasıl böyle gaddarlaştık, kötücülleştik, vicdansızlaştık?” sorusunun cevabı da tam buradadır işte. Bu ülkede yıllardır savaş, şiddet, kan, ölüm, yıkım var. Şiddet ve nefret dili insanlarımızı kötücülleştiriyor, gaddarlaştırıyor. Savaş kirletir; kan, kanı çağırır, ölümlere kanıksayan kolay katil olur. Ve toplum içten içe çürür.
“İnadına barış” demiyorum
İnatlaşmanın, çatışmanın çözüm getirmediğini, aksine sorunu büyüttüğünü yaşayarak öğrendim. Bu yüzden “İnadına barış!” sloganını sevmem. Çoğu zaman pek güç hatta umutsuz da görünse, inat yerine iknayı, küfürleşme yerine konuşmayı, çatışma yerine uzlaşmayı deneyebilmek isterim.
Mesela Sayın Erdoğan’a: Bizleri aşağılayıp, hakaret edip vatan haini ilan etmenize; yetmedi, durumdan vazife çıkarmak için kapınızda bekleşen şuursuz infazcılara hedef göstermenize neden olan 173 imzalı mektupta ve TTB’nin açıklamasında nasıl bir suç buldunuz? Savaş olmasın, insanlar ölmesin, demek neden teröre destek olsun? Savaş terörün, şiddetin en yüksek biçimidir. Savaşa hayır demek teröre, şiddete hayır demektir, barışçılar bu yüzden terörü olumlayamazlar, diye anlatabilmek isterim.
Sadece ona değil, Sizleri asmak lâzım, ölesiniz, ülkeden defolun, diyenlere de sormak isterim o metinlerde ne yazdığını, ne söylendiğini gerçekten bilip bilmediklerini. Bakın insanlarımız, çocuklarımız şehit oluyorlar, ölüyorlar ve öldürüyorlar. Savaşlar, bütün savaşlar bitse, kendi topraklarımızda sulh sükûn içinde yaşasak daha iyi olmaz mı, diye sormak isterim. Bunun çaresi olduğunu anlatırım onlara. Biri anlamazsa öteki anlar, şimdi anlamazsa yarın anlar…
“İnadına barış” demiyorum; “ille de barış” diyorum, hem de ama’sızından. Saldırı karşısında kendi toprağını, vatanını, onurunu, kimliğini savunma dışında hiçbir savaşın haklı nedeni, yani ama’sı yoktur. Bugünler geçer, yarınlara savaş naraları değil barış türküleri kalır.