Bildiniz; konumuz Türk Hava Yolları’nın alkollü içki servisini iç hatların tümünden, dış hatların bir bölümünden kaldırması. THY yetkilileri ve hükümet üyeleri kararın gerekçelerini açıklamaya, daha doğrusu kılıf bulmaya çalışıyorlar. Dış hatlar için gerekçe, bazı (Müslüman) ülkelerin alkollü içki servisinin kaldırılmasını talep etmeleri. Şirketin en tepesindeki kişi ise, son açıklamasında yasağı tasarruf zorunluluğuna bağladı.
“Yalan” dememek için kibarca “doğru değil” diyelim. Çünkü içki yasağının çok sıkı olduğunu bildiğimiz Körfez ülkelerinin Emirat havayolları, Uzakdoğu’nun turistik yerlerine uçmak için tercih edilen Endonezya havayolları, vb.’de içki servisi var. Pek çok havayolu da içkiyi ikram olarak vermese de ücret karşılığında servis ediyor. Ekonomik gerekçeye, yani tasarruf meselesine gelince, sabahın köründe, 35 dakikalık yolculukta bile bir dilim kek veya küçük bir sandviç yerine banbunye pilaki, patlıcan kızartma, salata, tavuklu sandviç, meyveli yoğurt veya tatlı mönüsü sunan THY’nın, o paketlerin büyük bölümünün şöyle bir açılıp yenmeden çöpe atıldığından, bu israftan haberi yok demek...
THY’deki son kıyafet tartışması ve içki kısıtlaması derin ve kadim bir zihniyetin dışa vurumu olmasaydı, değil bir yazı birkaç satırı bile hak etmezdi. Bu haber, medyada fazla göründü, tepki çekti, tartışıldı; ama hayatın gündelik akışı içinde farkında bile olmadığımız, olsak da önemsemediğimiz bir sürü benzer uygulama var. Mesela Üsküdar Belediyesi’nin Boğaz şeridindeki Beylerbeyi, Çengelköy, vb. semtlerdeki alkollü içki satan bakkallara, bayilere getirdiği yasak. Gerekçe; camiye yakınlık. Bu bayilerin, bakkalların, marketlerin onlarca yıldır içki ruhsatları var; camiler, okullar da onlarca, bazıları yüzlerce yıldır aynı yerde. Camiler, okullar tıpış tıpış yürüdü de içki satanlara mı yaklaştı, ya da bakkallar camiye mi taşındı? Neresinden baksanız, bu minare bu kılıfa sığmıyor.
İçkinin kültürel kodları
İçki konusuna girdiniz mi, iki kutuptan iki tepkiyle karşılaşırsınız. “Ne yani, meyhaneyi, kerhaneyi mi savunuyorsunuz!” der birileri. “Bunlar, (verili durumda AKP’yi anlayın) adım adım şeriatı getirecekler” der diğerleri. İşin özünü bir yana bırakıp yüze yansıyan görüntüleri konuşmaya başlarız. Oysa içki sadece içki değildir; lezzetiyle sohbetiyle, sofra yemek adabıyla, ilişkileri yumuşatıcı yanıyla bu hayatı daha hoş, daha renkli, daha sosyal kılmasıyla, sanatsal yaratıcılıktaki yeriyle bir yaşam biçiminin parçasıdır.
Tabii ki alkolizmden, bu saydıklarımın tam tersi sonuçlara yol açan aşırılıklardan, tahribattan söz etmiyorum. Ona bakarsanız otomobil iyidir, hayatımızı kolaylaştırır ama kötü sürülürse ölümcül kazalara neden olur; şerbetin, şurubun, Cola’nın içimi güzeldir ama aşırısı bağımlı kılar, şeker, vb. ciddi hastalıklara yol açar; vs... Örnekleri istediğiniz gibi uzatabilirsiniz. Demem o ki, içki düşmanlığını ve yasağını sağlığa veya toplumsal yaşama zarar verdiği gerekçesine dayandırmak, birçok başka yasak ve kısıtlamada da görüldüğü gibi, dinî muhafazakârlığın kendi zihniyetine meşruiyet kazandırma üslubudur. Ve bu, Türkiye’nin tarihsel-toplumsal doku özelliklerine de bağlı olarak, bizim toplumumuzda başka toplumlardaki benzeri kısıtlamalara göre çok daha yaygın ve geçerlidir. “Tıksırıncaya kadar içiyorlar”, “Lüks meyhanelerde kafayı bulup köşelerinde ahkâm kesenler”, “Ayık dolaşmayan sözde aydınlar” gibi aşığılayıcı, toplumun gözünde itibarsızlaştırıcı söylemlerin hedefi de, tek tek kişiler değil belli bir yaşam biçimidir: İslami muhafazakârlığın insana ve yaşama biçtiği modelin dışında yaşayanlar, başka bir yaşam biçimini ve yaşam kültürünü benimsemiş olanlardır hedeftekiler.
Muhafazakâr zihniyet ve saldırının hedefi sadece içki değildir kuşkusuz, hatta içki meselesi ikincildir, diğer alanlardaki saldırı, yasaklama ve müdahalelerden çok daha önemsizdir. Kökleri; geleneksel toplumlarda, yüzyıllar öncesinin kırsal tarım ekonomisinde, pre-kapitalist aşiret yapı ve değerlerinde olan bu zihniyet iklimi, doğası gereği tutucu, kuralcı, öteki dünyaya dönük ve ister istemez yasakçı olan dinî motiflerle de örtüşünce insanın özgür yaşamına müdahaleyi öngören bir dizi yasağı, kısıtlamayı, hoşgörüsüzlüğü birlikte getirir. Kadın eşitliği, kadının toplumdaki yeri, kadın-erkek kaçgöçsüz birlikte yaşam, özetle kadın sorunu; kişinin bedenini tasarruf hakkı, cinsel özgürlük, her türlü üst otorite karşısında (ki buna dinler, cemaatler de dahil) bireyin mutlak özgürlüğü dinî muhafazakâr zihniyete göre şekillenen yaşam tarzı açısından kötü, uygunsuz, hatta ahlaksız, dolayısıyla da günahtır.
Dinî muhafazakârlık, siyasal güç elde edip iktidara geldi mi, toplumu kendi değer ve kurallarına, kendi toplum tasavvuruna göre biçimlendirmek ister. Toplumun tek tipleştirilmesinden ve toplum mühendisliğinden yakınırken, kendisi çok daha katı, yaygın ve derin bir toplumsal biçimlendirme peşine düşer. Kısıtlamalar, yasaklar, sansür, itibarsızlaştırma bu çabanın araçlarıdır.
Muhafazakârlığın öteki yüzü
Yasakçı, ahlakçı, buyrukçu, tek tipleştirici zihniyet kendini sadece İslamî özellikle de Sünnî muhafazakârlık olarak mı gösteriyor? Kesinlikle hayır. Hazal Özvarış’ ın sahnelerimizin müstesna yıldızı, değerli sanatçı Gülriz Sururi ile yaptığı, dün t24’te çıkan söyleşi, bir başka muhafazakâr zihniyetin aynası gibiydi. Çevremde, genç-yaşlı pekçok kişide gözlediğim, kendi doğrularından, değerlerinden, kendi yaşam tarzından, benimsediği kültürden farklı olanı kötü, yanlış, ilkel, gerici saymak, farklı kültür ve yaşam biçimlerini, farklı değerleri küçümsemek, onlara hak tanımamak... Aslında sadece Gülriz Sururi’nin görüşleri değil, Türkiye’de Batıcı laik veya Cumhuriyetçi-Kemalist olarak anılan, kendilerini de böyle adlandıran geniş bir kesimin zihniyeti yansıyordu o söyleşide. Örtülü kızların Nişantaşı kahvelerinde oturmalarını, Cumhurbaşkanının eşinin örtülü olmasını, inançlı kesimin, Müslümanların ve de Kürtlerin eşit haklı yurttaşlar olarak, kendi kültürel kodları, değerleri ve yaşam biçimleriyle topluma katılmalarını içine sindiremeyen, bunu “karşı devrim” ve cumhuriyet düşmanlığı olarak gören zihniyetle dinî muhafazakârlığın zihniyet iklimlerinin ruh ikizliği üzerine düşünmek ufkumuzu açabilir. Halkın kılık kıyafetinden başlayarak dinsel pratiklerine, konuştuğu dilden inançlarına, müziğinden kutsallarına kadar yaşamın her alanında, üstün ve tartışılmaz saydığı kendi değerlerini, kültürünü, dünya görüşünü empoze etmiş olanlar, feryad edeceğimize “yanlış neredeydi?” diye sormak, kendi düşüncelerimizi sorgulamak durumundayız. Tıpkı İslamî muhafazakâr kesimin (özellikle siyasî erki ellerinde tutan muktedirlerin) de yapması gerektiği gibi.
Birileri içki içmeyi günahlaştırıp yasaklamaya, eğitim reformu adı altında küçük kızların da örtünmesini teşvike, kadının toplumdaki yerini en az üç çocuğuyla eve kapanmak olarak anne-kadın figüründe idealize etmeye, kadınla erkeğin birlikteliğini, kadın cinselliğini, beden özgürlüğünü günah ve yasak kafesleri içinde tutmaya çalışırken; ötekiler, mesela örtündükleri için aşağıladıkları, toplumsal yaşam dışına ittikleri kadınların bugün kendi mekânlarında dolaşmalarına, Çankaya’ya çıkmalarına, her alanda haklarını talep etmelerine; mesela Kürtlerin eşit yurttaşlığına, hak taleplerine “öteki kültürün” insanlarının baş kaldırmalarına tahammül edemiyorlar.
Kişiler muhafazakâr olabilirler. Dindar, dinsiz, inançlı, inançsız olabilirler. Herkes kendi bireysel tarihiyle belirlenen değer ve inançlara sahiptir, bu değer ve inançlara uygun yaşamakta da özgürdür. Bireyin özgürlük alanına karışmaya kimsenin hakkı yoktur. İktidarlar, hükümetler, siyasal güç odakları açık veya sinsi kısıtlamalarla, yasaklarla, mahalle baskısıyla toplumu kendi ideolojileri ve inançları doğrultusunda dizayn etme amacıyla adım attıklarında, o ideoloji ve inanç ne olursa olsun aynı zihniyetle karşı karşıyayız demektir.
Mecazi üslupla söyleyecek olursak: THY’da ve her yerde hem şarap hem de şurup olsun. İsteyen şarap, isteyen şurup içsin. Nişantaşı’ndaki mekânlarda veya en ücra kır kahvesinde, kebapçıda meyhanede, konserde operada, sokaklarda veya parlamentoda, işte veya üniversitede, ibadette ve mitingte kadınlar kadar erkekler, örtülüler kadar açıklar da olsun. Yan yana, omuz omuza, birbirimizi yargılamadan, yadırgamadan ve dışlamadan bulunabilelim. İsteyen başını örtsün, isteyen açsın. İsteyen başını secdeden kaldırmasın isteyen diskodan çıkmasın. Herkes ötekinin değerlerine saygı göstererek kendi meşrebince yaşasın. Hiçbir inanç ve değerin ötekinden daha üstün, daha doğru olduğunu kimse iddia edemez. Devlete ve siyasete düşen, yasakçılıktan medet ummak değil, gündelik yaşam ve inanç alanı da dahil her alanda mutlak özgürlüğü ve eşitliği sağlamaktır.