Anneannemi, elinde örgü şişleri ya da dantel tığıyla hatırlarım hep. İyice yaşlanıp yatağa düşene kadar sürekli örgü, ya da dantel örerdi. El emeği, göz nuru o incecik dantel örtüleri, güllü, çiçekli, tavus kuşlu perdeleri, dantel tabak altlarını, örgü bebek tulumlarını, patikleri, başlıkları, bebek hırkalarını (erkek çocuklara mavi, kız çocuklara şeker pembesi) kızlarına, torunlarına, yetmedi konu komşuya, hısıma akrabaya armağan ederdi. Vaktinin çoğunu ise, örmekle değil dolanıp kördüğüm olan yün yumaklarını, dantel ipliği kukalarını çözmeye çalışmakla geçirirdi. Biz torunlar, çocuk acımasızlığı ve hainliğiyle onun bu halini görmekten keyiflenir, iyice dolaşmış, çözülmez hale gelmiş iplikleri sözde yardım ediyoruz diye büsbütün dolaştırarak eğlenirdik. Eninde sonunda çözülürdü kördüğüm olmuş örgü ipleri. Üstelik de bizler değil kendisi çözerdi; bir uç yakalar, yakaladığı ucu bir düğümün içinden geçirir, sabırla evirir çevirir, o karmakarışık yığın usul usul çözülürdü. Biraz daha büyüdüğümde, anneannemin iplikleri aslında kendisinin dolaştırdığını fark ettim. Beceriksizlikten mi, gözleri iyi görmediği için mi, ya da hınzırca bir duyguyla, ortalık karışsın, bizler onunla ilgilenelim, vakit geçsin, şamata olsun diye mi, hâlâ bilmiyorum.
Ortalığın doz duman olduğu şu günlerde, yazacak bir şey bulamadığımdan değil Türkiye siyaset sahnesinin ve hepimizin hali anneannemin karışmış, birbirine dolanmış, kördüğüm olmuş ipliklerine benzediği için hatırladım bunları.
Düğüm nerede?
Sadece Meclis’in değil Türkiye’nin tümünün elini kolunu, kaderini, geleceğini kıskıvrak bağlayan, hayati ve acil sorunların çözümünü engelleyen prangalar ve kördüğüm bugün atılmadı, yılların işi. Kökü kaynağı; 1982 Anayasası’nda, o anayasanın ruhuna uygun hukuk sisteminde ve hâlâ aynı zihniyeti sürdüren kurumlarda. Bugün (dün) yaşanan TBMM’nin tarihinde ilk defa 36 milletvekilinin Meclis’i boykotu ve ana muhalefet partisi CHP’nin açılışta bulunup yemin etmeme eylemi hem mevcut anayasa ve yasaların hem de o yasaları uygulayanların, yani yargının iflas etmesinin yol açtığı bir sonuç. Eğer Terörle Mücadele Kanunu ve bu kanunun anayasal dayanakları gibi toplumun ve siyasetin gerçekleriyle, özgürlük ve demokrasi talepleriyle tümden çelişen, askeri darbelerin, vesayetçi zihniyetin ürünü faşizan yasalar, daha da önemlisi bu yasaları mümkün olan özgürlükçü yorumlar yerine devlet ve iktidarın çıkarlarını ön planda tutan en geri yorumlarla uygulama refleksine sahip Devlet Güvenlik Mahkemeleri artığı (ya da modeli) mahkemelerin kararları olmasaydı, en azından bugünkü Meclis krizi doğmazdı.
Nasıl bir saçmalıklar, abukluklar, çelişkiler ve hukuksuzluk denizinde yüzdüğümüzü, yüzmek ne kelime, boğulduğumuzu kavramak için sadece Hatip Dicle’nin milletvekilliğine engel olan mahkûmiyetinin nedenini hatırlamak yeter. Onu örgüt üyeliğinden mahkûm ettiren sözler bugün hepimizin: yazan çizen, konuşan hemen hemen herkesin, milyonlarca yurttaşın, hele de neredeyse tüm Kürtlerin söylediği sözler. Bunların ne terörle, ne terör örgütüyle hiçbir ilgisi yok. Eğer var diyorsanız bu ülkenin yarısından fazlasını içeri tıkmanız gerekiyor aynı gerekçeyle. Bir yandan İmralı’da Öcalan’la görüşmeleri, müzakereleri sürdüreceksiniz, öte yandan siyasi çözüm önerenleri ve dağdan inip ovada siyaset yapmak isteyenleri içeri tıkacaksınız, yetmedi milletvekilliklerini engelleyeceksiniz. Ya da çözümü bu her yanı dökülen yasalarda ve hukuk sisteminde bulamadığınız zaman, binbir dolambaçlı yolla, yasaları dolanmaya, punduna getirip kitabına uydurmaya, işi günübirlik kurtarmaya çalışacaksınız.
Lafı uzatmadan söyleyecek olursam, düğüm şu yasadan, bu kurumdan, şu mahkemeden, feşmekân hakimden değil sistemin değişime direnen çürümüş temellerinde kaynaklanıyor. Dolaşıp kördüğüm olmuş iplikleri çözemiyoruz, çünkü çözüm için gerekli demokratik hukuk ve siyaset anlayışı siyasal aktörler tarafından içselleştirilmiş değil. Otuz yıldır yapılan bunca anayasa ve yasa değişikliklerine rağmen, bu konuda en iddialı olan, hatta demokrasiyle bile yetinmeyip “ileri demokrasi” türküleri okuyan AKP döneminde de bu köhnemiş zihniyetin bireyi devlete kurban ve kul eden; yasakları esas, hak ve özgürlükleri bahşedilmiş istisna sayan özü, Sünni - Türk egemenliğine dayalı ayrımcı ruhu aşılamamıştır. “Yetmez ama evet”in “evet’ini istediğiniz kadar tartışabilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz, yanlış bulabilirsiniz ama “yetmez”i bunu ifade ediyordu. Nitekim yetmiyor işte.
Kim, Nasıl Çözecek?
Geçen haftaki yazının başlığı “Değişimi Okumak, Dönüşümü Başarmak”tı. Oradan devam edecek olursam, dünyaya ve Türkiye toplumuna hakim olan önünde durulmaz değişim dalgasını en iyi okuyan ve kitlelere değişim vaad ederek okumaktaki başarısından nemalanan AKP, son krizde demokratik dönüşümün başat gücü olma iddialarında bir kez daha sınıfta kaldı. Geçen yazıda, AKP’nin ve esas olarak da Erdoğan’ın değişimi okumakta gösterdiği başarıyı, dönüşümü yönetmek ve gerçekleştirmekte gösteremeyeceğini; kendi kültürel, sınıfsal, ideolojik sınırlarına çarpıp geriye düşeceğini söylemeye çalışmıştım. Yani, değişimin gerektirdiği çözüm gereğini bilmek ama becerememek ya da daha kötüsü, çözümü kendi çıkarlarıyla sınırlamak, “kendisi için” demokratlıkla yetinmek...
Mesela...
BDP destekli bağımsız milletvekilinin Meclis’e girmeyi reddetmelerinin nedeni olan seçilmiş altı bağımsızın tutukluluk hallerinin kaldırılmaması sorununu çözmek, en azından çözme niyet ve iradesinin var olduğunu göstermek iktidar partisi için o kadar kolaydı ki! Hadi, böyle bir krize neden olan antidemokratik yasa maddeleri seçimlere doğru giden süreçte Şu veya bu nedenle düzeltilemedi diyelim, ama kriz patlak verdikten sonra, Başbakan saniye vakit geçirmeden çıkıp BDP destekli bağımsızlara seslenseydi: “Bu antidemokratik engellerle ben de karşılaştım, bütün seçilmişlerin Meclis’e girebilmeleri için şu şu yasa değişikliklerini hemen çıkartmak, krizi birlikte aşmak üzere hepinizi Meclis’e davet ediyorum; bu kararları, yasal da olsa seçmen iradesine ipotek koydukları için ben de kabullenemiyorum, gelin birlikte çözelim” diyebilseydi. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesinden sonra, siyaset etiğine ve kamu vicdanına aykırı bir kararla gaspedilen milletvekilliği koltuğuna AKP’li Oya Eronat’ın oturmasına icazet vermeseydi, yani koltuğu boş bırakma jesti yapabilseydi çözüme giden yol açılmış olurdu. AKP sözcüleri, “bu onların sorunu” havasından çıkıp, krize çözüm bulmanın asıl kendi sorumlulukları olduğunu anlayarak buna uygun yapıcı ve kucaklayıcı bir söylem benimseselerdi Türkiye’nin ve demokratik uzlaşmanın yolu açılırdı.
Burada Erdoğan’ın kişilik özellikleri de giriyor devreye. O, hakları teslim etmekten çok ihsanda bulunmaktan hoşlanıyor. İnadı, tutarlılık; kabadayılığı, siyasi önderlik sayıyor. Empati yeteneğinden, kendisine benzeyen yoldaşları ve yandaşları gibi kesinlikle yoksun. Empati duygusu vicdana götüren yoldur aslında, bu yüzden insana ve vicdana varmakta, ötekini anlamakta güçlük çekiyor. “Gerektiği zaman gerektiği kadarını veriyoruz işte, daha ne istiyor bunlar”, diye düşünüp hakları için mücadele edenleri, bir yandaşının deyimiyle “verilene şükretmeyen şımarıklar” olarak görüyor. Bütün seçim kampanyası boyunca “bunlar” diye adlandırdığı Kürt halkının duygularını, özlemlerini, mağduriyetini ve isyanını yüreğinde duyamadığından Kürtlerin önder belledikleri Öcalan için “Ben olsam asardım” demekten bile çekinmiyor. Tüm oyların yarısını almış bir liderin özgüvenini, kitlelerin Kürt halkının haklı taleplerine ve Kürt siyasal hareketine karşı önyargılarını yumuşatmak, değiştirmek için kullanmak yerine üstünlük göstermek ve “burun sürtmek” için kullanıyor. Yaşanan krizi, belki bir ölçüde çözecek siyasal adımlar, yasal önlemler gündeme gelecek önümüzdeki günlerde; ama Kürt halkının yüreğine iyi gelecek, onurunu okşayacak, kendilerini bu ülkenin eşit haklı yurttaşları olarak hissetmelerini sağlayacak iklim kolay kolay sağlanamayacak.
İktidar partisi kuşkusuz çözüme giden yolun anahtarını elinde tutuyor ama Kürt siyasal hareketi ve barışçı demokratik çözüm isteyen bütün güçler o anahtarın doğru kilide sokulmasından ve kilidi açma korkusunun yenilmesinden sorumlular, hepimiz sorumluyuz. Kamu vicdanı bugün düne göre daha uyanık, dün farklı yerlerde olanlar bile, şimdi iğnenin ucu kendilerine batınca hak ve özgürlüklerden yana olmaya başladılar. Tabular yıkılıyor ve söylemler çok çabuk değişiyor. Anneannem dolanmış örgü iplerini çözebilmek için bir uç yakalar ve düğümün içinden geçirirdi. Ortasında çırpındığımız şu krizde çözüme götürecek uç, Meclis’e gelmeleri engellenen seçilmiş milletvekillerinin tümünü Meclis’e sokacak yasal düzenlemelerin hemen yapılması, bütün partilerin ve bütün seçilmişlerin katılımıyla toplanacak Meclis’ten “devlete karşı işlenmiş suçlar”dan tutuklu bulunanların tümünün serbest kalabileceği bir af yasası çıkarılması gibi geliyor bana. Bu nasıl olsa önümüzdeki günlerde/yıllarda gerçekleşecek. Hayat bunu dayatıyor. O zaman vakit kaybetmek niye?