Başka bir yazı yazacaktım; günün en karanlık anı şafaktan hemen önceki andır, diyecektim bir umut ışığı yakarak. Ama ne mümkün! O en karanlık saniyelerin yıllarca, on yıllarca sürdüğü, neredeyse sonsuza kadar uzadığı ülkemizde, umudu yazmak güç zenaat.
Bugün bir rica... -hayır, “rica” sözcüğü çok zayıf kalıyor- bir yakarış, bir yalvarış yazısı yazacağım. Dağlara, taşlara; dağları işaret edenlere, taşları kardeşlerine savuranlara ve asıl, o taşları umutsuz gençlerin, masum ve mağdur ellerine verenlere, doğanın dağları gibi iktidar dağlarının tepelerini bekleyenlere yalvaracağım. Yalvardığım için kendimi küçülmüş hisetmeyeceğim, utanmayacağım. İçinde debelendiğimiz, cinnete varan bu şiddet, nefret ve düşmanlık ortamında; yüreklerin ve vicdanların rehin alındığı şu günlerde akılla değil yürekle söylenecek sözlere sığınmak istiyorum.
Otuz yıldır, bu ülkenin doğusunda silahlı bir savaş sürüyor. İnsanlar, askerler Türk-Kürt çocuklarımız, gençlerimiz ölüyor, öldürüyor. Dağlar, köyler yanıyor, korku, zulüm kol geziyor. Bir toplum, bir halk, bir ülke kanıyor, dağılıyor. Öte yandan, bu savaştan da beslenen kıran kırana bir iktidar savaşı derinleşiyor. Bu siyasal-ideolojik savaşın tarafları, halkı karşıt cephelere bölerek ateş hattına sürüyorlar. Ellerimize birbirimize atacağımız taşlar, birbirimize çekeceğimiz silahlar ve birer sopa gibi, balyoz gibi birbirimizin kafasına indireceğimiz bayraklar tutuşturuluyor. İzmir’de, fidan gibi bir genç kızın elinde Kürtlere yönelen taş, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de mağdur ve mazlum çocukların ellerinde umutsuz bir öfkenin ve isyanın taşlarına dönüşüyor.
Meclis’te, savaşın bitmesinden, barıştan, insandan, anaların gözyaşlarından söz edildiğinde, seçim meydanlarında yağlı urgan sallayarak oy toplamaya çalışan MHP Genel Başkanı, yasaları da, barış umudunu da, insanı da de hiçe sayarak, vatanın bölünmezliği uğruna dağa çıkma nutukları atıyor. Ölü insanların ve ölü ruhların yaşadığı, kardeş kanının bulaştığı toprakların adının vatan değil mezbaha ve mezarlık olacağını bile düşünemiyor. Bir başkası, Meclis’te Dersim katliamını yöntem olarak önerirken, grubu bu sözleri heyecanla alkışlıyor. Siyasal iktidarın başı, balona üflediği duygusal sözleri, şiirleri pek içten söylüyor da, balon elinde patlayıverince anında mağdurları suçlayıp gözdağı vermekten çekinmiyor. Havada desteksiz duran umutlar yere düşüp un ufak oluyor.
Yaşamakta olduğumuz şu bıçak sırtı günlerde, gözümüz gibi korumaya, kollamaya çalıştığımız DTP’nin bir yöneticisi “Tabanımız dağa çıkmamızı istiyor” diyor. Nereye varacağı belli olmayan provokasyon ortamına, o provokasyonların kendi halkına, kendi davasına nelere mal olacağını bile umursadığı yok sanki, ya da artık acıdan, umutsuzluktan şaşkın. Bir delikanlı vuruluyor Diyarbakır’ın ortasında ve İstanbul’da ateşe verilen bir otobüsün içinde yanan liseli genç kız sessizce ölüyor. Yedi şehit haberi geliyor bu satırlar yazılırken, çatışmalarda ölen Kürt gençlerinin haberi bile gelmiyor. Ve memnun, el ovuşturuyor siyaset ağaları, “Biz demiştik, haklı çıktık işte” böbürlenmeleriyle. Ölülerin, acının, kanın lanetli sözde haklılığından hiç utanmadan,
Bunca yıldır ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince bu savaş bitsin, bu cepheleşme sona ersin diye çabalayanlar; atılan taşların, lafların, düşmanlıkların ortasında kalıp bunca yara alanlar; ama’sız barıştan, fakat’sız adaletten, herkes için hak ve özgürlükten yana taraf olanlar; bir cephenin, bir komutanın kafası nefretle, düşmanlıkla yıkanmış askeri olmayı reddedenler, dağların ve taşların tehditi altında kendimizi yaralı, umut yorgunu, biraz da aldatılmış hissediyoruz. Ben böyle hissediyorum en azından.
Bu iktidar savaşının Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol, dağdaki ovadaki, Meclis’teki hücredeki, yargıdaki, ordudaki, gazete köşelerindeki, televizyon ekranlarındaki bütün “baş”larına, bütün komutanlarına, bütün sorumlularına, sesimi duyurmak istiyorum. Ne kadar zor, belki de umutsuz, biliyorum. Yine de bağırıyorum: Dağ dağı, taş taşı, kurşun kurşunu, zulüm zulümü, nefret nefreti kışkırtır. Bir mucize yaratın; askerlerinizin, çocuklarınızın, tabanlarınızın ellerine tutuşturduğunuz taşları, silahları toplayın; yüreklerine döşediğiniz nefreti, düşmanlığı silin. İktidar tapıncının kurbanı, insansız siyaset değirmeninin taşı olmaktan bir an vazgeçin. O taşlar, kurşunlar, kin ve düşmanlık ne taraftan gelire gelsin herkesi, hepimizi; belki farkında değilsiniz ama asıl sizi vuruyor.
Ben hâlâ insana inanmayı sürdürmek istiyorum. Bu yüzden, yalvarıyorum işte hepinize. Hepinizin gözlerinin yaşardığı, ağladığınız bir an olduğunu biliyorum. İnsan olduğunuz, ölümü değil yaşamı, acıyı değil sevinci kutsadığınız o ana dönün. Mümkün değil mi dediniz? Hepiniz çoktan ölüler kervanına mı katıldınız yoksa?