(T24 - Taraf)
Bu yaşa geldim; kurtulamadığım, kurtulmak da istemediğim saf bir yanım var. Kaşarlanmış ince siyasi hesaplara, rakibi ezmek için geliştirilen taktiklere pek aklım ermez. Farklı yerlerden, farklı yollardan gelseler de, aynı bağın üzümünü yemek isteyenlerin, aynı hedefe yönelenlerin, yolda birbirlerine çelme takmalarını da anlayamam. Hep böyle miydim? Tabii ki hayır. Yıllar boyunca, çelme yiyerek ve çelme takarak yürüyüp de sonunda herkesin yolda kaldığını görmenin getirdiği bir nokta belki. Bir de belki, hayatın acımasız eğitiminden geçerek törpülenip, doğrunun tekeline sahip olmadığımı öğrenmek...
Bu giriş paragrafına neden mi ihtiyaç hissettim? Günlerdir; heyecanla, umutla, aman bir yol kazası olmasın diye yüreğimiz ağzımızda izlediğimiz, bazen coşkulu bir iyimserliğe kapılıp bazen endişelendiğimiz barış sürecini konuşup tartışırken, beklenmedik bir noktada ayrışmaya başladığımızı -evet, barış konusunda bile bunu başardığımızı (!)- fark ettim de ondan. Taraf’ta yayımlanan ilk yazının hemen ertesi günü, “dakka bir, gol bir”, gazetenin iki değerli yazarının hışmına neden uğradığımı, neredeyse “Ergenekoncu” saflara neden itildiğimi, saftirik yanımın etkisiyle gerçekten de anlayamamıştım. Endişeli bir iyimserlik içinde olduğumu yazmama takılmış olmalıydılar. Eh yani!Bunca yıldır bu işlerin içinde veya izleyicisi ol da yoğurdu üfleme!..
İlerleyen günlerde, sürece destek vermeye çalışanların toplantılarında, ya da medyadaki tartışmalarda, sezdiğim ama tam çözemediğim ayrışmanın gazetelerdeki birkaç yazıyla sınırlı kalmadığını, derinleşmekte olduğunu doğrudan ya da katılanların aktarımlarıyla izledim. Ve bu kirli, kanlı savaşın sona ermesini isteyen barışçıların daha işin başında hangi noktada ayrıştıklarını galiba anladım. Tartışmalar, “çözümün ama’sız, fakat’siz, koşulsuz” desteklenip desteklenmemesinde düğümleniyordu. İlk bakışta hurufîlik sayılabilecek bir sözcük tartışması gibi görünse de, altında “nasıl bir çözüm, nasıl bir süreç” sorusu gizliydi.
Sürece koşulsuz destekte ısrarlı olanlarla temkinli yaklaşanlar arasında, barışı istemekte (yani hedefte) fark olmadığını biliyorum. Geniş kitleler barış istiyor, şu anda gerçekten cesaretle adım atıp süreci başlatan Başbakan Erdoğan ve Kürt hareketinin lideri Öcalan barış istiyorlar, her kesimden sivil toplum kuruluşları ve kamuoyu önderleri de, siz de, ben de bu kan dursun, barış olsun, sorun çözülsün istiyoruz. Yine de ufaktan ufaktan ayrışmaya başlıyoruz. Şimdilik küçük tartışmalardan, sataşmalardan ileri gitmeyen ama yarın daha güç günler geldiğinde büyüme istidadı gösterebilecek bu ayrışmayı baştan çözebilmeliyiz; ve çözebiliriz.
Sürecin İki Aşaması
Çözüm süreci birbirine geçişli, birbirine bağlı iki aşamadan oluşuyor: Savaşın bitmesi, yani silahların bırakılması ve Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü. Başka bir deyişle barışın kalıcılaşması ve Türkiye’nin demokratikleşmesi. Bu iki aşama birbirini gerektirse de birbirinden farklı. Şimdilik silahların önce susması, sonra bırakılması aşamasının ilk adımlarındayız. Bu aşamada devletle PKK, Başbakan Erdoğan’la PKK lideri Öcalan’ın attıkları ezber bozan cesur adımların ama’sız, koşulsuz destekçisi olmanın, barıştan yana her kesimin, her odağın, her siyasal örgüt ve kanadın sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. (Daha ilk adımda sürecin dışında kalmış bulunan CHP’yi, saldırıları neredeyse cinnet belirtisi sayılabilecek MHP’yi, irili ufaklı ulusalcı çevreleri, AK Parti karşıtlığı ile paralize olmuş, “barışı AKP getirecekse hiç olmasın, kan akmaya devam etsin” zihniyetindeki siyasal kesimleri tarihe ve vicdanlara havale edelim.) Barışı cesaretle göze almış tarafların arkasına güç yığmak, gereğinde bağrımıza taş basarak savaşın sona erdirilmesi sürecini koşulsuz desteklemek boynumuzun borcu. Erdoğan ve Öcalan’da simgeleşen taraflara; siyaseten, ideolojik olarak veya kişiliklerinden hoşlanmadığımız için karşı, hatta hasım olabiliriz. Ama “iyi” kimden, hangi kesimden gelirse gelsin, hele de bu “iyi” barış oldu mu, ben kendi adıma kaynağını tartışmam, yandaş olurum.
Gelelim sürecin ikinci aşamasına... Kürt sorununun çözümü, yani Kürt halkının ve herkesin anayasal eşit yurttaşlık temelinde bütün haklarına kavuşması ancak barış koşullarında gerçekleşebilecek Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunudur. Silahların bırakılması sürecinde barışın yüklenicilerine koşulsuz, pazarlıksız destek verenlerin sürecin ikinci aşamasında sürece ileri demokratik taleplerle dahil ve müdahil olma, tartışma, fikir üretme hakkı ve sorumluluğu vardır. Otoriter- paternalist yönetim eğilimi giderek belirginleşen, “barış lazımsa onu da ben yaparım ve bildiğim gibi yaparım” tavrındaki Başbakan Erdoğan’ın ve AKP’nin “verebileceklerinin” sınırlarını aşan bir özgürlük ve demokrasi talebi demokrasinin olduğu kadar barışın kalıcılaşmasının da teminatıdır. Çözüm sürecini silahların bırakılması aşamasıyla sınırlı saymıyorsak, kendimizi ve ufkumuzu pax AK Parti ile sınırlamıyorsak, sürecin demokratikleşmeye doğru derinleşmesini istiyorsak, barışa zarar veririz diye çekinmeden, demokrasinin nasıl geliştirilebileceğini konuşalım, tartışalım. Destek verdiğimiz ilk adımın derinleşmesi, sürecin taraflarının kısıtlılıklarını aşıp demokratik dönüşüme varabilmesi için elimizden geleni esirgemeyelim. Meseleyi, başkanlık ve benzeri kısır tartışmaların dışına taşıyıp, çözüm yolunda yapılabilecek bir dolu düzenlemeye, atılabilecek bir dolu demokratik adıma yoğunlaşalım. Şu sırada barış sürecinin baş aktörleri durumundaki Öcalan’ı veya Erdoğan’ı sıkıştırmak için değil demokrasiye gerçekten inandığımız ve Kürt halkının haklarını savunduğumuz için sarılalım demokratik taleplere.
Unutmayalım: Bugün varılan nokta ellerini taşın altına sokmaktan çekinmeyen Erdoğan’ın ve Öcalan’ın cesur hamleleri kadar ve daha fazla, onlarca yıllık barış ve demokrasi çabalarının ürünüdür. Bunu hatırlarsak, tam da birleşmemiz ve barışa güçlü destek olmamız gereken noktada dışlayıcı ve ayrıştırıcı olmaktan kurtuluruz.
Yazmadıklarımızdan da sorumluyuz
Köşelerden ahkâm kesen bizler, yazdıklarımız kadar yazmadıklarımızdan da sorumluyuzdur. Bu yazının konusuyla ilintili olmasa da İmralı görüşme zabıtlarının Milliyet gazetesinde yarattığı deprem üzerine düşündüklerimi paylaşmak istedim.
Dün 28 Şubatçılardı, darbecilerdi; bugün AK Parti iktidarı. Baskının, tehdidin, sansür ikliminin kimden kaynaklandığının hiç önemi yok benim için. Bu yüzden, 28 Şubatçıları lanetleyenlerin bugün Erdoğan’ın tutumuna kılıf bulmaya ya da haklı görmeye çalışmalarını sadece demokratik bilinç zaafı değil ahlakî bir zaaf da sayıyorum. Siz sansür görmemişsiniz, eskiden neler neler oldu diyerek “Aldırma cambaza bak!” havası çalanlara, dünün suçları bugünü haklı kılmaz, üstelik dünün kötülüklerinden ders alınmadıysa bu daha da vahimdir, diyorum.
Başbakan dobra adamdır, düşündüğünü açık açık söylüyor, türünden aklamalar ise hiçbir inandırıcılık taşımıyor. Başbakan sizin, benim gibi sıradan bir adem değil, kahvede delikanlı sohbeti yapmıyor; milyonlara hitabediyor ve milyonları etkiliyor. Onun “dobra” sözleri yaptırım yükü taşır; sözcük değil kurşundur. Tankları yürüten 28 Şubat paşalarının andıçları ne kadar masumsa bu sözler de o kadar zararsızdır.
Gazete patronlarına gelince; ellerindeki medyayı ticari faaliyetlerinin, ekonomik iktidarlarının, hatta kirli paralarını aklamanın aracı olarak gördükçe, iktidarın dümen suyundan çıkamaz, bağımsızlıklarını koruyamazlar. Hürriyet grubunun nasıl dize getirildiği hatırlardadır. Bu her dönem böyleydi ama AKP iktidarı döneminde “ayıcılık” yani kaba baskı ve pervasızlık arttı. Basın özgürlüğü umurunda olmayan, kâr özgürlüğüyle sınırlı bir liberalizmin taşıyıcısı olan patronların iktidarlar karşısında direnmelerini beklemek hayalcilik olur.
En acıklısı ise, hemen iktidarın yanında hizalanan; ve o ayıplı “Batsın böyle gazetecilik” sözünü meslekdaşları, arkadaşları için kullanmaktan ar etmeyen medya mensuplarının hali. Aralarında tanıdıklarım var, bugün AKP yanlısı medyada önemli yerlerde bulunsalar da, daha dün vesayete, militarizme, darbeciliğe karşı sivilleşme ve demokrasi için birlikte çalıştığımız, dirsek temasında olduğumuz insanlar var. Hani bazen başkaları adına utanırsınız ya, ben de onlar adına utanıyorum. Medya etiği, basın ahlakı falan bir yana, bu ülkede asıl eksik olanın demokrasi ahlakı olduğunu düşünüyorum.
Başbakanın “Batsın böyle gazetecilik” dediği gün, sağlı sollu, yandaş muhalif bütün gazetelerde bütün köşeler bir günlüğüne boş kalsaydı; ya da cesaretle, namusla “nereden gelirse gelsin medya üzerindeki baskıları reddediyoruz” denebilseydi, bugün insanî, ahlakî ve siyasî olarak çok farklı yerlerde olurduk. Ve o zaman iktidarlar da patronlar da silkinip kendilerine gelme ihtiyacı duyarlardı.