1999'da, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz, "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" demiş, Devlet Bahçeli'den, "Biz o Diyarbakır'dan geçen yolu Ankara'da kesmesini biliriz" cevabını almıştı. 2022'de, seçim çalışmaları için gittiği Diyarbakır'da Kılıçdaroğlu aynı sözü tekrarladı.
Avrupa Birliği'ne katılma tartışmalarının yaşandığı veya Kürt seçmenden oy alma gereği doğduğu dönemlerde Demirel'den Özal'a, Tansu Çiller'den Erdoğan'a, liderlerden aynı mealde sözler duyarız. Sonra ne olursa olur, yolu şaşırırlar ya da Bahçeli'nin açık ettiği gibi yol Ankara'da iyi saatte olsunlar tarafından kesilir.
Geçen günlerde Avrupa Parlamentosu İlerleme Raporu'nun açıklanmasının ardından konu yeniden gündeme oturdu. Raporda, "Türk hükümeti köklü bir rota değişikliği yapmadığı taktirde AB katılım sürecinin devam edemeyeceği" bildiriliyordu.
Beklenebileceği gibi iktidar çevreleri hop oturdu hop kalktı. Hükümet adına yapılan açıklamada "Türkiye karşıtı çevrelerin dezenformasyonuna dayalı haksız itham ve önyargılarla dolu bu raporun bizim için hiçbir hükmü bulunmamaktadır" deniyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan da "Gerekirse AB ile yolları ayırırız" diye üst perdeden tepki vermekte gecikmedi.
AP İlerleme Raporu; kadın hakları, cinsiyete dayalı şiddet, ayrımcılık, LGBTİ+ topluluğuna yönelik yaygın nefret söylemi, AHİM kararlarının uygulanmaması, Terörle Mücadele Kanunu (TMK), yaygın tutuklamalar, ifade özgürlüğünün kısıtlanması vb. gibi konular üzerinden Türkiye'nin son bir yılda demokratik ilerleme değil gerileme içinde olduğunu bildiriyor.
Demokrasinin gerilemesini, özgürlüklerin kısıtlanmasını, insan hakları ihlallerini, kadın haklarının, eşitliğin esamisinin okunmadığını gözlemleyerek ve bizzat yaşayarak bilmesek AP raporunu taraflı ve önyargılı bulabilirdik. Ne var ki bizler, durumun AP raporunda belirtildiğinden çok daha vahim olduğunu, binlerce hak ihlalinin, hukuksuzluğun, keyfîliğin, yasakların, baskıların, şiddetin kurbanları olarak kendi deneyimlerimizle içerden biliyoruz.
Diğerleri arasında önemsiz (!) sayılabilecek bir vaka: Celalettin Can
Yedi yıl önce Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapatılmak istenen Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için çok sayıda gazetecinin, yazarın katıldığı sembolik eş genel yayın yönetmenliği kampanyası başlatılmıştı. 78’liler Girişimi Sözcüsü Celalettin Can da onlardan biriydi. Üç hafta önce Silivri Cezaevi'ne kondu.
Şimdi içerden feryat ediyor, hakkını arıyor. Mektubunu kısaltarak buraya alıyorum.
"Cezam brüt 1 yıl 3 ay. Bu cezanın ¾ infazı 11 ay 25 güne tekabül ediyor. Bu durumda cezam bir yılın altına düştüğünden 'denetimli serbestlik' hakkının hukuken uygulanması gerekiyor. Bu nedenle serbest bırakılmalıyım.
Cezaevinde bir emekli general hayatını kaybedince çıkarılan yeni genelgeye göre yaş haddi yada sağlık koşullarım nedeniyle serbest bırakılmalıyım.
Çağlayan adliyesi 28. Ağır ceza mahkemesinde şu an tutuksuz süren davamın, tutuklu olduğum dönemden kalan 5 aylık mahsup hakkım nedeniyle cezam 6 ay 25 güne düşmüş durumda."
Celalettin Can'ın denetimli serbestlikten yararlanarak hemen tahliye olması gerekiyor. Ne var ki olamıyor, çünkü cezaevlerinde İdare ve Gözlem Kurulu diye bir yapı var. Şöyle anlatıyor Celalettin:
"Cezaevi tarafından taraflı ve tarafsız diye iki koğuş oluşturulmuş. 'Taraflı' denilen koğuşta kalanlar... Daha önce Kürdî hareket davalarında yargılanan, ancak geldikleri noktada örgütsel bağları olmamakla birlikte, düşüncelerini koruyan, bu bağlamda Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu tarafından 'devletin samimiyet testinden' geçmemiş, 'terör bağlantılı' kabul edilen, kendi düşünce ve değerlerini koruyan hükümlüler."
TIKLAYIN - Celalettin Can, 18 gündür Silivri cezaevinde: Haklarımı biliyorum, dokunmayın!
Celalettin Can, Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu'nun denetimli serbestlik hakkını keyfî olarak “taraflı” koğuşta kalanlar aleyhine kullandığını, cezaları bir yılın altına da düşse cezaevinden tahliyelerine engel olduğunu anlatıyor:
"15 gündür Silivri cezaevindeyim. ‘Denetimli serbestlik’ ten yararlanıp cezaevinden çıkmam için ‘tarafsız’ koğuşa gitme baskısı altındayım. 12 Eylül darbecilerinin kurduğu mahkemelerde, cezaevlerinde bile böyle bir suç inşası yolunu düşünemediler! O koşullarda direncimizle, mücadelemizle haklarımızı kullanmanın koşullarını yarattık."
"Haklarımı biliyorum! Dokunmayın!" diyor.
Ülkemizde öyle haksızlıklar, hukuksuzluklar var ki, aktardığın vakayı önemsiz görebilirsiniz. AHİM kararlarına rağmen yıllardır içerde tutulanları; AP'nin AB'nin demokratik gelişmenin önünde engel gördüğü, değiştirilmesini koşul olarak ileri sürdüğü TMK uygulamalarının binlerce kurbanını hatırlatabilirsiniz. Haklı da olursunuz ama Celalettin Can'ın durumuyla Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Can Atalay, Barış Pehlivan ve benzerlerin maruz bırakıldıkları hak hukuk ihlalleri özünde hiç farklı değil.
AB'ye horozlanmak yerine yolunun nereden geçtiğini öğrenin beyler!
AB'nin yolu Diyarbakır'dan, yani Kürt meselesinin barışçı, eşitlikçi çözümünden geçer. Ama sadece Diyarbakır'dan değil; Silivri'den, Edirne'den, Kandıra'dan, bütün cezaevlerinden geçer. AB'nin yolu, İstanbul Sözleşmesi'nden geçer. Devlet kurumlarının tümüne, Ordu'ya da yargıya da hesap sorulabilmesinden geçer. AB'nin yolu demokrasiyi sandıktan ibaret saymamaktan, eksiksiz ifade özgürlüğünden, her alanda keyfiliğin sona erdirilmesinden geçer. AB'nin yolu Celalettin Can'ın bir an önce tahliyesinden geçer.
2000'lerin başlarında, bizi AB'ye almazlar diyenlere, "O zaman biz de Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yaparız, yolumuza devam ederiz" cevabını veren Erdoğan, bugün "Gerekirse AB ile yollarımızı ayırırız" diyor. Sadece ticaret yapmak bir de milyonlarca sığınmacıyı şantaj unsuru olarak kullanıp AB'den para koparmakla sınırlı bir ilişkinin AB kriterleriyle bağlanmaya niyetli olmayan 'Tek Adam'ın işine geldiğini düşünüyorum. Böylece şu can sıkıcı ilerleme raporlarından, demokrasi taleplerinden falan da kurtulmuş olur.
Avrupa Parlamentosu raportörü Amor'un T24'te yayımlanan söyleşisini, Erdoğan'ın da, benzerlerinin de okumasında yarar var. Orada yolun nerelerden geçtiği ve nerede tıkandığı apaçık anlatılıyor. AB'de de eksikliklerin aksaklıkların olduğunu söyleyen Amor, "Ama biz bir demokrasi kulübüyüz" diyor.
Söyleşi, Türkiye-AB ve genel olarak Batı kurumları konusunda okuduğum en açık sözlü metin. Bir o kadar da yol gösterici. Tabii yolları ayırmak istemiyorsak…
TIKLAYIN - AP Türkiye Raportörü Amor, vize serbestisi için TMK reformunu hatırlattı: AKP’ye göre Türkiye’nin yüzde 50’si terörist; AB de bazı gruplara vize kolaylığı sağlamalı
Oya Baydar kimdir?
Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.
Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.
1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.
Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.
Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.
1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.
1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.
Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.
Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.
Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.
İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.
Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.
2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.
Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.
ESERLERİ
Roman
Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Deneme
- Surönü Diyalogları (2016)
Öykü
- Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)
Anlatı
- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)
|