Okur olarak, pehlivan tefrikası gibi uzayan köşeyazılarından hoşlanmam. Gel gör ki derdini daha iyi anlatmak için kimi zaman gerekiyor. Önceki yazıda, AK Parti’nin 1980’lerden beri palazlanıp neo-liberal dönemde sahneye çıkan; ağırlıklı olarak Anadolu kökenli; ticaret- taahhüt işleri- küçük çaplı sanayi kaynaklı yeni sermaye kesimlerinin çıkarlarının taşıyıcısı ve sözcüsü olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Konuya, okurların da işaret ettiği bir süreklilik üzerinden yaklaşacak olursak, 1930’ların CHP’si, 1950’lerin Demokrat Partisi, Demirel’in AP’si, Özal’ın Anavatan Partisi gibi AKP de, kapitalizmin dünyadaki ve Türkiye’deki farklı aşamalarında sermayenin yeniden yapılanmasının kaldıracı olan bir siyasal oluşumdur.
Bu kadarıyla yetinmek bile AKP’yi bir umacı, bir deccal olarak değil toplumsal-sınıfsal bir oluşum olarak kavramamızı sağlayabilir. Tabii aklımız, muhakememiz bunca yıllık mutlak iktidarlarının elden kaçtığını gören kesimlerin psikolojik harekat hamleleriyle bulandırılmamış, ipotek altına alınmamışsa... Ama bu sosyolojik çözümleme epeyce eksik, oldukça da şematiktir. Bütün toplumsal sınıf ve katmanlar gibi, sermaye sınıfları ve sınıf içi katmanlar da tornadan çıkma değildir. Kökenlerine, bölgelerine, tarihlerine, servetlerinin kaynağına, ekonomik faaliyetlerinin ağırlıklı dallarına, kurdukları uluslararası ortaklıklarına göre; dünyaya bakışlarında, savundukları değerlerde, inanç, ideoloji ve siyasal tercihlerinde kimi zaman kafamızı karıştıran farklılıklar gösterirler.
Türkiye’de 1990’lara, 2000’lere gelene kadar ekonomik iktidarı rakipsiz olarak elinde bulunduran büyük sermaye, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde devletçilikle palazlanmış, sırtını ordu ağırlıklı vesayetçi devlete dayamış, sonraki dönemlerde rüştünü ispat edip bir ölçüde bağımsızlaşmış olan sermayedir. Sınıf ve fert olarak ana hatlarıyla Batı ile bütünleşmiş, Batılı yaşam biçimini benimsemiş, laik ve cumhuriyetçi bir çizgide görünürler. Bu sermaye kesimleri, 1980’lerin ortalarından itibaren, kendi gelişmelerinin sonucunda ve değişen dünya koşullarında klasik burjuva demokrasisine, liberal fikirlere, Avrupa Birliği değerlerine açılmaya başlamış olsalar da (TESEV, Cem Boyner çizgisi, vb.) hakim ideolojileri hâlâ Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisi ve bugün aldığı biçimle Kemalizmdir. Kendilerini rejimin ve devletin bekçisi sayan asker-sivil oligarşiyle bütünleşmiş bu kadim sermaye kesimleri, şimdi “Açılın bakalım artık biz de varız!” diye nağralanarak sahneye çıkan “yeniler”in, yani çevredekilerin merkez olma atılımları karşısında iktidarlarının ve kâr paylarının derdine düşmüş görünmektedirler.
Yeni palazlanan büyük sermaye kesimlerinin -giderek bir AKP burjuvazisinden bile söz edilebilir- ideolojilerine, inançlarına, dünya görüşü ve yaşam biçimlerine yakından bakmak yararlı olabilir. Bunlar tarih sahnesine 1920-30 koşullarında değil, 1990 sonrasının tek kutuplu dünyasında kapitalizmin vahşileştiği bir dönemde gelişip sahneye çıkmışlardır. Yırtıcıdırlar, sosyal devlet düşüncesinin uzağındadırlar, geçmişin devletçi yükünü ve vesayetini üzerlerinde taşımamaktadırlar. Anadolu’nun kapalı, muhafazakâr, kırsal, İslami değerlerle örtülü atmosferinden gelmektedirler. Cumhuriyet burjuvazisinin Batılı yaşama öykünmesi ve Batılılaşmayı daha çok bir yaşam biçimi ve kültür olarak kavraması yerine, AKP burjuvazisi Batı’yı dünya ile ekonomik entegrasyonunu sağlayacak ve kendisini güçlendirecek bir odak olarak görmektedir. Demokrasi talep ederler; ancak demokrasi anlayışları muhafazakârlıklarının ve kendi çıkarlarının sınırlarıyla çevrelenmiştir. Devletçi-vesayetçi rejime karşıdırlar, ordunun rejim üzerine ipotek koymasıyla mücadele edilsin isterler, çünkü bu rejim varlıklarını ve iktidar taleplerini tehdit etmektedir. Bu yüzden de özgürlük ve sivilleşme taleplerinde ama’sız ve sonuna kadar direngen olamazlar. Tahayyül dünyaları -en azından şimdilik, çünkü bütün sınıflar ve toplumsal güçler gibi onlar da zamanla değişecektir- islami referanslarla sınırlıdır. Belki de birkaç kuşak sonra gerçekleşecek İslam modernleşmesinin de öncüleri sayılabilirler. İslami kesimlerin kendi içlerinde şu yenilerde hararetlenen tartışmalar; AKP’nin burjuvalaştığı, İslami değerlerden saptığı eleştirileri, muhafazakâr orta ve küçük sermayenin Fazilet Partisi ve benzeri siyasal çıkışları bu sürecin habercileri olarak da okunabilir.
Merkezi ve sadece hükümeti değil iktidarı ele geçirmeye çalışan, bunun mücadelesini veren yeni sermaye kesimlerinin ve onların siyasal temsilcisi AKP’nin; varlığını pekiştirip iktidarını güvence altına almak için çatışmalardan, iç ve dış savaşlardan mümkün olduğunca uzak, istikrarlı bir ortama ihtiyacı var. Kendi bekasını sağlayabilmek için ordunun ve geleneksel bürokratik oligarşinin vesayetçiliğine karşı darbeci zihniyetle hesaplaşmaya, sivilleşmeye ihtiyacı var. Gerek sivilleşmede yol alabilmek gerekse ekonomik entegrasyonu tamamlayabilmek için dünya ile bütünleşmeye, özellikle AB’ye ihtiyacı var. Bütün bu zorunluluklar ve ihtiyaçlar AKP’yi, örneğin Kürt meselesinde, Ermenistan’la ilişkilerde, dışarda çatışma siyaseti yerine uzlaşma siyasetleri tercihinde, örneğin Alevilerin sorunlarında, ayak sürüyerek de olsa AB’ye uyum konusunda, sivil bir anayasa çıkarılması konusunda, vb. adımlar atmaya yöneltiyor. Ama bu adımlar hep ürkek kalıyor. Hem kendi tabanına hem de içinden geldiği ideolojiye tosluyor. Aslında 90 yıl önce doğum anında ülkenin sırtına geçirilmiş, 2000’lerde artık dar gelen, deli gömleğine dönüşen zıbını çatlatabilecek açılımları, amiyane tabirle, “yüzüne gözüne bulaştırıyor.” Aslında çağdaş bir solun atması gereken özgürleşme, dünyalılaşma, çağdaşlaşma adımlarını atmaya heveslenirken sınıf temellerine ve ideolojik köklerine yeniliyor; başaramıyor.
AKP bir kadir-i mutlak değil. Korkularımıza yenilip sinmemiz, faşizan darbelere, vesayete eyvallah dememiz amacıyla kafamıza soktukları gibi: şeriatı getirecek, ülkeyi ABD’ye AB’ye satacak, bölecek bir güç değil; basbayağı bir sermaye partisi. Ülkenin bölünmesi, şeriat düzeni, iç savaş, en başta adına hareket ettiği sermaye kesimlerinin zararına olur, bunu AKP herkesten daha iyi biliyor. Amerika’ya satılmışlık konusuna gelince: “Hadi canım siz de!” Neredeyse bütün ömrümüzü birlikte geçirdiğimiz nam-ı diger Morrison Süleyman Demirel, Baba Bush’a ‘Bizim çocuklar başardı’ dedirten 12 Eylül cuntası, tümü de Amerikan destekli bütün darbeler, bugüne kadar gelmiş geçmiş iktidarlar ve ordu Amerika’dan ne kadar bağımsızsa, AKP de o kadar bağımlı veya bağımsız.
Demem o ki; kendimizi, fikirlerimizi, taleplerimizi AKP heyülasının gölgesinde ve ona göre tanımlamaktan vazgeçebilirsek, aklımıza, özgür düşüncemize ipotek koyan ve hedef şaşırtan travmalarımızdan da kurtuluruz. O zaman; kendimiz için, bu halk için, bu ülke için iyi olan neyse, o noktada buluşabiliriz. İyiye giden yola kimin hangi amaçla bir taş döşediğine bakmaksızın, bir taş da biz döşeyip kendi yolumuzu onarmaya ve o yolda yürümeye başlayabiliriz.