Son yazımın başında belirtmiştim. Pandemi dönemi bana herkesin erişimine açık dijital arşivlerde çok daha uzun ve odaklanarak zaman geçirebilme olanağı sağladı. Örneğin, Tüstav (Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) arşivlerinin zenginliğini bu dönemde fark ettim. Sol tarihin hemen tüm önemli dergilerinin dijital kopyalarına erişilebiliyor. Gençliğimde okuduğum birçok dergiyle tekrar karşılaşmak öğretici, ama aynı zamanda meşakkatli bir iş. Yıllar içinde değişen fikirler, genç olmanın getirdiği "toyluklar" köklü bir tarih bilgisi eksikliği, kültürün derinine inemenenin getirdiği sığlıklar o dergileri karıştırırken kendimde fark ettimlerim. Bu yazıda, yaşım nedeniyle (yayınlandığında henüz 10 yaşında bile değildim) okuyamadığım ama benden büyüklerin sürekli olarak söz ettiği Ant dergisinin ilk iki cildini detaylı olarak okuma şansı buldum. Yok, sol içindeki (tabii ki TİP, lider kadrosu, partiden kopuşlar, tasfiyeler, gençlik hareketlerinin doğuşu, serpilişi vesaire) siyasal tartışmalara girmeye hiç niyetim yok. O konularda onlarca kitap, makale, yazı yayımlandı. Ben daha çok dergideki sosyalist edebiyat, sanat, kültür tartışmalarına bakmak istedim. Üstelik, siyasi meselelerin hiç de gölgesinde kalmıyor bu konulardaki sayfalar. Edebiyat, şiir, sinema, tiyatro ve diğer sanatlara dair bir çok soruşturma, yazı ve değerlendirme var. 1960'lardan itibaren görece olarak rahatlayan, mecliste temsilcileri olabilen sol düşüncenin bu konulardaki tartışmalarını merak edenlere özellikle tavsiye ederim.
Benim için mücevher değerindeki yazı serisi ise, katılımcıları ve içeriği bakımından görebildiğim kadarıyla Ant için de çok sıra dışı olan bir "açık masa" (tartışmacıların aynı anda katıldığı) oturumu, karşılıklı söyleşisi oldu. 25 Nisan 1967'de (17. Sayı) yayımlanmaya başlayan bu 8 parçalık oturumun son parçası 20 Haziran tarihli 25. sayıda tamamlanıyor. Ferit Edgü söyleşiyi Paris'te, artık oraya göç etmiş ('etmek zorunda bırakılmış' daha doğru) ilk kuşak Cumhuriyet kuşağının en seçkin üç ismiyle yapıyor: Pertev Naili Boratav, Güzin ve Abidin Dino.
Önce sorular: "Kültürde emperyalizm nerede başlıyor, bitiyor? Basını, milli eğitimi, sanat kollarını nasıl etkiler? Bu etkilere karşı -batı düşmanlığı şeklinde yozlaşmadan- nasıl direnebiliriz? Geçmişten devraldığımız kültür mirasının nitelikleri nelerdir? Türk kültürü nelere karşı direnmeli, neleri benimsemelidir?"
Sol, tabii ki kendini anti-emperyalist olarak tanımlıyor 1960'ların soğuk savaşlı, Vietnamlı, NATO dostu iktidarların olduğu yıllarda. Ama öte yandan, sol entelektüeller için "batı" aynı zamanda kendi kuramsal varoluşlarının da özü, temeli. Marx, şüphesiz batı düşüncesinin bir ürünü. Ve belli ki, dönemin yükselmekte olan Maocu düşüncesinden kaynaklanan kültürel öze dönme, sosyalist düşünceyi kendi kültüründe arama derdi, arzusu da öne çıkmakta. Edgü'nün soruları bir yandan bir kes(k)inlik içermekte (batının kültürel emperyalizmi diyerek) iken, öte yandan batı düşüncesini külliyen reddetme ("batı düşmanlığı şeklinde yozlaşmadan") kaygısını da içeriyor. Doğru yerde, doğru insanlarla tartışıyor Edgü. Çünkü, benim ilk kuşak olarak belirttiğim Cumhuriyet öncesi doğan bu üç kişi (lütfen yazının sonundaki düzeltmeye bakın) tüm fikri gelişimlerini hep bu kaygılarla yapmış. Mustafa Kemal'in anti-emperyalist bir savaştan sonra kurduğu yeni cumhuriyetin batıdan uzaklaşmadan, hatta bizzat onu model alarak, nasıl "anti-emperyalist" kalabileceği cumhuriyetimizin en temel derdi değil midir? Özelikle kendini sol düşünce içinde görenler için.
Tabii ki, 8 parça olarak yayımlanan bu oturumu özetleyecek değilim, ama katılımcıların öne çıkardıkları bir iki noktayı belirtmek isterim. Pertev Naili ile başlayalım. Söze, iyi bir akademisyenin hemen dikkat çekeceği bir noktadan başlayarak, yani "kültür"ü tarif ederek başlıyor. Tüm kapsamıyla düşündüğünüzde "total" bir batıdan, total bir emperyalizmden söz etmenin hiçbir anlam ifade etmediği de ortaya çıkıyor. Altını çiziyor, bazı noktalarda kültür emperyalizminden söz edilebilir olsa da "tiyatro, sinema, edebiyat, müzik ve çeşitli sanat alanlarda iş daha çapraşık"tır. Eğer kültür emperyalizminden söz edeceksek önce mücadelenin alanlarını tarif etmek gerekir. Ve yine, mesele kitleleri ilgilendirdiğinden, mücadelenin esas alanı popüler kültürdür. Çünkü, "yığınlar üzerinde en çok eğitim etkisi bunlardan geldiğine göre, emperyalist kültürün sızdığı ölçüde ne yıkıcı sonuçlar da bu kültür kollarından gelir". Ama hiç de umutsuz değildir bu cephede. Çünkü, hakiki sanatçıları öyle kolay satın alamazsınız, "sanatçı, şair, romancı -hele belli bir güce erişip kendini tanıtmış, ad yapmışsa, bilinçli ve hesaplı olarak kafasını satmadıkça, kolay kolay buyruk altına sokulamaz".
En çok söz alan ve konuşan katılımcı Abidin Dino. Konuyu detaylandırmakla kalmıyor, aynı zamanda, en azından benim için, sol adına hiç alışık olmadığımız değerlendirmelerde bulunuyor. Öncelikle, kültür emperyalizmi sadece gelişmiş ülkelerle az gelişmişler arasında değildir. Yaşadığı ülke Fransa'da da bunun fark edildiğini ve Amerikan kültürüne karşı bir reaksiyon olduğunu hatırlatıyor. Esasında "hegemonik" bir durumdan, Amerikan kültürünün tüm dünyayı istila etmesinden dem vuruyor ki bu tartışmanın bugün bile bittiğini iddia etmek mümkün değil. Bu noktada sözü alan Güzin Dino, meseleyi bir iyilik-kötülük ("fayda") bağlamına oturtarak Ferit Edgü'nün orijinal sorusuna ve meselesine bağlıyor. Batının bazı kültürel öğeleri faydalı değil midir? Bu noktada söze bir konuşmacı olarak giren Edgü, fayda sağlanabilmesinin temel koşulunu, yani "kendimizin" ne olduğunu, uygarlığımızı, onun "kökenini" sorgulamaya başlıyor. Abidin Dino, meseleyi daha da derinleştirerek, Osmanlı'nın Acem ve Arap kültürünün etkisi altında kalıp kalmadığını çerçeveye iliştiriyor. Tekrar söze giren Güzin Dino, Roma uygarlığı denen oluşumun aslında yendikleri ülkenin (Yunan) kültürünü kabul etmek olduğunu (Grekoromen) hatırlatarak, askeri bir zaferin, bir fethin bazen kültürel bir teslimiyete yol açabildiğini söylüyor. Abidin Dino bu düşünceyi şöyle tamamlıyor: "Bir ulusun başka bir ulusun kültürüne yer vermesi, mutlak dıştan gelen, daha güçlü bir emperyalizme kurban olduğu anlamına gelmiyor." Bu noktadan çıkarak Ferit Edgü de aynı minvalde, eğer bir kültür güçlüyse sömürge de olsa kendini asla teslim etmeyeceğini, Hint ve Çin kültürlerini örnek vererek belirtiyor.
Dediğim gibi, 8 sayı süren ve zihin açan bu söyleşiyi özetlemek bile mümkün değil ama son olarak, Abidin Dino'nun belirttiği bir iki noktadan söz etmesem olmaz. Çünkü, bu konularda çok düşündüğü ve bir senteze vardığı anlaşılıyor. Batılı kaynaklara karşı değil ama, içinde yaşadığımız kültürün de birçok açıdan "batılı" düşünce sistematiği ile bir araya gelebileceği konusunda ikna olmuşa benziyor. Anadolu düşüncesini anlayabilmek için önce Selçuklulara, oradan da Anadolu dışındaki temel kaynaklara, örneğin Ahmet Yesevi'ye, İbni Haldun'a bakmamız gerektiğini öneren oldukça sıra dışı bir değerlendirmesi var Dino'nun. Unutmayalım yıl 1967, frankofon batı hariç hiç bilinmeyen bir İbni Haldun, sosyalistlerin asla sözünü etmediği bir Ahmet Yesevi, solun bu mücadeleci dergisinde uçveriyor, gündeme geliyor. Başlı başına bir mucize bu. Abidin Dino devam ediyor, Nazım Hikmet'in Bedrettin şiirlerini sadece hatırlatmıyor, Türk tasavvuf düşüncesinin içinde "rasyonalist" bir çekirdek olduğu gibi çok şaşırtıcı bir sonuca da varıyor. Bektaşi felsefesinin temelinde "küntü kenz" sırrı olduğunu, ancak bu çerçeveden başlayarak Anadolu kültürünün anlaşılabileceğini söylüyor, hem idealist, hem de materyalist bir mirasımız olduğu iddiasında. Hemfikir ya da karşı olabilirsiniz ama, en azından, iyi kötü bildiğim, 1970'li yıllarda yayımlanan sol kanadın dergilerinde ben böyle bir tartışmayla karşılaşmamıştım. Şimdi daha iyi anlamaya başlıyorum. Yetmişlere damga vuran dergiler, Altmışların aksine (sol entelektüeller, sendikacılar vs.), temelde gençlik hareketleri ve genç lider kadrolar tarafından çıkarılıyordu; heyecan katsayısı yüksekti belki ama entelektüel derinliği ne yazık ki çok daha azdı.
Oturuma dönersek: Tartışmanın bundan sonraki bölümleri batılı odaktan kurtulup Osmanlı'nın ne olduğu meselesine odaklanıyor. Örneğin Pertev Naili, Osmanlı'nın batılı anlamda bir emperyalizmi asla olmadığını çok sağlam argümanlarla anlatıyor ve "ulus", "ümmet", "Türkçülük", "misâk-ı milli" sözcükleriyle sıkça karşılaştığımız bir Erken Cumhuriyet tartışması 1960'ların sosyalist dünyasındaki bu dergiye taşınıveriyor. Dönem, Asya Tipi Üretim Tarzının, Kemal Tahirlerin, Mavi Anadolucuların, velhasıl enerjisi yüksek insanların kendimizi, kimliğimizi yeniden anlamalandırma, tartışma yılları. 1930'lardaki dar entelektüel tartışmaların devamı ama, genleşmiş, zenginleşmiş ve sol düşünceyle harmanlaşmış bir kimiz, neyiz tartışması. Nitekim sözünü ettiğim oturum da birçok açıklama, bilgilendirmeyle dolu. Örneğin, Pertev Naili, artık pek hatırlamadığımız Anadoluculuk hareketine karşı Mustafa Kemal'in nasıl karşı koyduğunu detaylarıyla anlatıyor.
Sona doğru Ferit Edgü, oturum başlamadan hazırladığı soruların konuşmalar ilerledikçe anlamlarını kaybettiğini fark ettiğinde, biraz da şaşkınlıkla, ama bizim "böyle bir hümanizmamız var mı?" diye soruyor. Güzin Dino, "var diyorum" diyor, "çünkü başka türlü, yüzyıllarca ayakta duramazdık." Konuşmanın sonuna doğru Abidin Dino, bu sefer, Muhiddini Arabi felsefesinden söz etmeye başlıyor, bu felsefi düşüncenin lise müfredatına girmesinin, müfredatta yer olan Descartes kadar elzem olduğunu söylüyor. Oturum esnasında çok fazla konuşmasa da, tüm oturumun derleyen toplayan Güzin Dino'nun önemli bir cümlesiyle Ant'taki bu oturma dair kişisel okumamı sonladırmak istiyorum: "Gerçek olan bir şey varsa, o da, bilimsel gerçeklere karşı tepkimizi, Doğu, Batı gibi coğrafya terimlerine göre ayarlamanın olumlu bir yönünün olmadığıdır". Doğan Özgüden, Fethi Naci ve Yaşar Kemal tarafından kurulan Ant dergisi, 1967 ile 1971 yılları arasında yayımlandı ve 1971 darbesinden hemen sonra da kapatıldı; derginin yıllarca yayın yönetmenliğini yapan Doğan Özgüden de yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Bu vesileyle kendisine böylesine önemli bir dergiyi yıllarca yönetip, kültür tarihimize kazandırdığı için teşekkür etmek isterim.
Düzeltme: Geçen yazımda, Cumhuriyet entelektüellerinin ilk kuşak (Cumhuriyetten önce doğanlar) ve ikinci kuşak (harf devrimini de düşünerek, özellikle 1930'lardan sonra doğanlar) ayırmıştım. Bu iki kuşak arasındaki yakınlık ve dostluğun çok önemli bir kazanç sağlayabileceğini vurgulamaya çalışmıştım. İlk kuşak olarak aklımda Abidin Dino varken, yazıda da geçtiği hâliyle, Abidin Dino'nun "dostum" diye hitap ettiği Erol Akyavaş'ın ikinci kuşak olduğunu düşünmüştüm, ama yazıda açıkça yazmadım. Tabii ki, dikkatli okurlar, yazıdaki yazışmalar ve diyalog bağlamında, Melih Cevdet'in doğum tarihini bana haklı olarak hatırlattılar. Açıkça yazmayınca böyle anlaşılması tabii ki doğru ve benim hatam, özür dilerim. Yukarıdaki yazıda da benzer bir durum var. Ferit Edgü, benim tarifime göre ikinci kuşağa mensup ve daha sonra yazdıkları düşünüldüğünce ilk kuşakla tanışık olmanın ne kadar yararlı olabileceği hemen fark ediliyor.