08 Kasım 2020

Yeni Radyo Dergisi'nden magazinel bir 1955-1956 panoraması

Televizyon hayatımıza girmeden çok önce magazinin kalbi radyo dergilerinde atardı. Basın İlan Kurumu’nun “yarı-resmî” Radyo Dergisi (1941-49) hariç, 1950’lerden itibaren yayınlanan ve isimlerinde mutlaka “radyo” olan haftalık dergilerde Demokrat Parti iktidarıyla şekillenen “Amerikanvarî” bir hayatın ipuçlarını görebiliriz

Bir süredir içlerinde gezindiğim dijital arşivlere bakarken biraz da elimdekilere dönmenin yararlı olabileceğini düşündüm. Umarım bir gün bu gündelik hayata dair dergiler de “dijitalize” olur diyeceğim ama bu hususta pek ümidim yok; çünkü, yüzlerce sayı olarak basılıp satılmış da olsa sahipleri de bu dergileri pek önemsemez, kolayca çöpe atabilirlerdi. Neyse ki, devrin dergileri her yılın sonunda meraklı okuyucular için cilt kapakları da satar, böylece bu dergilerin az da olsa bazıları ciltli olarak özel kütüphanelerde yer bulabilirdi. Sahaflarda tek tük de olsa bu ciltlerden bulunabiliyor. Yıllardır radyo dergileri toplarım, bu nedenle neyin daha kolay erişilebilir, neyin daha nadir olduğu konusunda az çok fikrim var. Bu yazıda, yayınlandığı bir yıldan biraz uzun sürede oldukça ses getiren, iyi de satan ama nedense kısa bir süre sonra yayın hayatına son veren Yeni Radyo dergisindeki yazılardan söz etmek istiyorum. Yeni Radyo, Demokrat Parti iktidarının en güçlü olduğu yıllarda (1955-56) yayımlandığı için, bu zaman diliminde başta İstanbul olmak üzere üç büyük şehirdeki eğlence kültürüne dair önemli gözlemlere olanak sağlayabiliyor. Tabii ki, akla gelen ilk soru, “radyo”nun bu magazin dergilerinde neden jenerik bir isim olarak kullanıldığı oluyor. Cevap şu olabilir: Eldeki en etkin kitlesel iletişim aracı olan radyo içeriği (farklı müzikleri kapsayan programlar, yarışmalar, radyo tiyatroları, yeni “yıldız” adayları olarak solistler gibi) ile yükselmekte olan eğlence kültürünün (konser, sinema ve tabii ki gazete ve dergiler) en önemli kaynağı.   

Yeni Radyo Dergisini okumaya başladığımızda da hemen anlıyoruz ki İstanbul, eğlence-kültür hayatıyla Ankara’dan İstanbula gelişin yeni çekim noktası olma durumunda. Eskiden herkes Ankara Radyosunda çalışmak için yurdun birçok yerinden Ankara’ya giderken, devrin popüler radyosu İstanbul. Bunda Demokrat Parti’nin hareketlendirdiği, büyük şehirlere (özellikle İstanbul) doğru göçü başlatan siyasetlerinin önemi ortada ama biz işin “mikro tarih” kısmında kalalım, örneğin radyolarda neler olduğuna dair bir yazıya odaklanalım. Necmi Onur (birçok polemik yazısıyla karşımıza çıkan bir gazeteci) açıkça yazıyor (Sayı 18, 10 Mart 1956): “Oldum olasıya şu Ankara radyosunu sevmek içimden gelmiyor…Tam yemek saatine sıhhî bahislerle ilgili bir konuşma koyan ve bu konuşmada çocukların ishal hastalığından bahsedenlerin..” diye başlayan yazının ara paragraflarından biri “kalbur üstü sayılan sanatkârlarımızın, hep İstanbul hasreti ile yanıp tutuşmakta ve az ücreti dahi göze alarak İstanbul radyosuna kapağı atmaktadırlar” sonlanır. Örneğin kimler mi? “Müzeyyen Senar mı? Evet o da Ankara radyosunda yetişmiş ve İstanbul’un cazibesine kapılarak kapağı İstanbul’a atmıştır. Sırayla devam edelim. Perihan Sözeri, Radife Erten, Sabite Tur Gülerman, Saime Sinan, Ahmet Üstün…Ya Ankara’dan gelen dedikodulara ne dersiniz. Sevim Çağlayan İstanbul’da bir gazino ile mukavele yaptı, Mualla Aracı yakında Radyoyu bırakarak İstanbul’a yerleşecek, Nevin Demirdöven ve Muzaffer Akgün Radyodan ayrıldılar. Eeee! Geriye ne kaldı? Stajyerler değil mi?” İstanbul’daki gazino temelli (içkili, içkisiz ama yıldızlı, şamatalı) eğlence kültürünün hız kazandığının bundan iyi belgesi olabilir mi? Okuyalım: 

Yeni tarz-ı hayatın bir başka safhası karşı cinsle olan ilişkilerden de izlenebiliyor. Flörtü temel alan bir izdivaç anlayışının olmazsa olmazı “yalnız kalp köşeleridir. Bu derginin her sayısında “Biri Sizinle Tanışmak İstiyor” köşesi ve mebzul miktarda ilan var. Yalan söylemeyeceğim, benim favorim ilk alandaki rumuzu “no wan bat yu” olan oldu! 

İlişkiler konusun diğer ucunda ise, izdivaç ihtimali haberleri var ama boşanma haberleriyle dengeleniyor ve tabii ki araya sansasyonel “skandallar” sıkıştırılıyor. İki örnek verelim:

Dergide sözü edilen müzisyenlerin iki kategoride, “alaturka” ve “alafranga” sınıflandıkları, sayfaların ona göre düzenlendiği hemen dikkat çekiyor. Alafranga müzikler genellikle “caz başlığı altında veriliyorsa da aslında “dans müziklerindensöz ediliyor; yeni eğlence hayatının çiftlere “dans” etme imkânı sunduğu kulüp, bar, pavyon, gazino gibi mekânlarında öne çıkan isimler, orkestralar hemen göze çarpıyor. Örneğin Fehmi Ege Orkestrası, yevmiye ödemelerinde sorun olmuş ve orkestranın bazı üyeleri mecburen Anadoluda (“taşrada”) iş aramaya çıkmış. Fehmi Ege olayı “olumlu” hâle getirebilmek için elinden geleni yapıyor (Sayı 5, 10 Aralık 1955). Becerip beceremediğine ise siz karar verin! 

Caz-Dans müziklerine dair bir ilan (Sayı 10, 15 Ocak 1956) “Hafif Batı Musikisi Mensupları Sendikası” (böyle bir şey varmış!) tarafından düzenlenen “Orkestralar Geçidi” konseri, Pazar saat 11:00’de başlayan bu konserin mekânı Saray Sineması, devrin en prestijli konser mekânı. 

İlham Gencer’e dair küçük bir haberden (Ayhan Bilgin, Sayı 17, 3 Mart 1956) Hilton Oteli’nin caz müzisyenleri için nasıl “çıta” olduğuna dair ipucunu yakalıyoruz. 

Hilton’da her zaman yabancı orkestraların çalması o kadar travmatik bir durumdur ki, 1960 Askeri Darbesinin hemen ardından “Cemal Aga”ya koşulur ve bu mesele bir türlü (başka bir yazının konusu) çözülür. Cazın “jenerik” olarak tüm dans müzikleri için kullanılması, bugün anladığımız anlamda cazın bilinmediği anlamına gelmez; aksine, bilinmekte ama pek de itibar edilmemektedir. Dergide köşesi olan ve aynı zamanda, bir caz/dans orkestrası da olan Şevket Yücesaz “modern caz”a dair ilginç bir analiz yapar, belki “iyi” bir müziktir ama biz ona henüz “hazır değiliz!” Çok tanıdık değil mi? Aslında, biz müzisyenler bu müziği çalamayız demeye getiren ama sonunda “modern sanat” diye nitelediği pratiğe hakarete varan, oldukça zavallı bir yorum. 

Artık “alaturkaya”, şehirli yeni eğlence kültürünün temellendiği alana dönebiliriz. Buradaki en önemli mücadelenin Zeki Müren ile, onun getirdiği yeni “standartların” anlaşılması ve kabulüne dair olduğunu anlıyoruz. Dergide hem olumlu (haftalarca hayatı anlatılıyor) hem de olumsuz (aldığı çok yüksek yevmiyeden, sahnedeki tavırlarını “homofobik yorumlamaya kadar) birçok yazı ve haber var. Örnek mi? Ankara Radyosunda ünlenen bir türkücü olan Nazmi Yükselen ile yapılan bir söyleşi (Sayı 5, 10 Aralık 1955) dinleyicilerden geldiği varsayılan “çanak” bir soruyu manşete taşıyor ve “beklenen” bir cevapla sonlandırıyor. 

Müren’e saldırmak için kullanılan bir başka yöntem onu itibarlı ve magazine bulaşmamış müzisyenlerle karşılaştırmak. Tabii ki, “alaturkanın” da ağır topları var, Dr. Alâeddin Yavaşça gibi. Necmi Onur Yavaşça’nın düzenlediği ilk sahne konserini oldukça provokatif bir başlıkla sunmakla kalmıyor, yazının içinde, Zeki Müren’in ismini açıkça yazarak karşılaştırmalı bir yorumla birleştiriyor (Sayı 17, 3 mart 1956). Yazının başlığı şöyle: 

Yorumsa daha da acımasız, Zeki Müren’in dinleyicisiyle kurmak istediği, popüler kültürün olmazsa olmazı olan, hiyerarşisi mümkün olduğunca az olması gereken iletişimi hiç anlamayan, anlasa da kabul etmek istemeyen bir yaklaşım. 

Zeki Müren’in gücü dinleyicilerinde, belli ki Yavaşça yazısından sonra birçok eleştiri geliyor ve Necmi Onur uzun bir cevap yazmak zorunda kalıyor (Sayı 21, 31 Mart 1956). Birçok açıdan sorunlu bu yazıyı ekleyip eklememek konusunda kararsız kaldım, Zeki Müren’in yanısıra, Osmanlı musiki geleneğinin üstat bir sanatçısı olduğu aşikâr Alâeddin Yavaşça’yı da tartışmanın içine çeken, onu da mağdur eden bir yazı. Ekte okuyabilirsiniz. 

Peki, sahiden neydi Zeki Müren’in sırrı? Hikayesi oldukça sinematografik zaten, Perihan Sözeri hastalanınca sesi ilk kez radyolardan duyulan ve hayranlık uyandıran, bir gecede üne kavuşan bu insanın başarısını bir “peri masalı” gibi mi okumalıyız, yoksa Müren’i, getirdiği yeniliklerle” mi anlamaya çalışmalıyız? Şanslıyız ki, Zeki Müren üzerine birçok önemli kitap, makale var, tabii ki onlara başvurulabilir. Ama elimizdeki dergiden de birkaç örnek hemen yardımımıza koşuyor. İlk örneğimiz küçük ama çarpıcı bir haber, Zeki Müren bir hapishane ziyareti yapıyor ve oradaki izlenimlerini bir şiire dönüştürüyor. Ama iş burada bitmiyor. Bu on beş dakika sürecek olan şiir (hiçbir şairin şiirinin süresini hesapladığını duymadım) eldeki en önemli iletişim aracı olan radyodan dinleyicilerine en kısa sürede sunulacaktır! 

Müren’in “modern” pazarlama tekniklerine hâkim olduğunu bir başka kanıtı dergide sıkça karşılaştığımız kendi mağazasının ilanları. 1955 Yılında kendini bir marka hâlinde sunabilmek o günkü rakiplerinin aklına bile gelmezken bunu tasarlayabiliyorrakipleri de heveslenip aynı işe kalkıştığında ise bir başka “yenilik” yaparak gündemi belirleyebiliyor. Mağaza reklamının ilanlarından biri. “Unutulmayacak hatıralara vesile olmak” ile kendisinin “geleceğe” taşınacağını da biliyor! 

Şöyle bir izlenime kapılmadığınızı varsayıyorum. Zeki Müren’i anlamak ne onu övmekten ne de yermekten geçer. Aslında, alttan alta egosuyla baş edemeyen, birçok söyleşisinde “mütevazı” görüneyim derken, aklındaki bir “lapsus” hâlinde ağzından kaçıran birisi de Müren. Dergideki bir söyleşide, aldığı çok yüksek yevmiyeyi şöyle “normalleştiriyor”: 

Çok alıyormuş ama ne yapsın, yevmiyesini ona “halk” layık görüyormuş! Sanatçı olarak kalitesi zaten 6-7 assoliste bedelmiş, bunda onun ne kabahati olabilirmiş? Burada tevazudan çok kontrol edilemeyen bir kibir olduğunu farketmemek elde değil. Kibrin sonu yoktur zaten. Çok eleştirilmesinin nedeni de çok “samimi” olmasıymış! Yoksa o bir samimiyet hastalığına mı tutulmuş? Acımak mı en büyük kusuruymuş? Yine dergideki bir yazıdan: 

Zeki Müren, eğlence hayatını “modernleştirici” bir persona (“kişilik”) olarak tabii ki hem devrinde, hem de ertesinde birçok popüler sanatçıya ilham verdi, dinleyicisi ile iletişimin nasıl yapılacağına dair önemli ipuçları sağladı ama tüm bunların ötesinde çok iyi bir müzisyendi, bunun da asla unutulmaması lazım. Yeni Radyo’ya gelince, 1955-1956 yıllarının Türkiye’si anlamak için sağlam bir kaynak olarak kültür tarihimizde çoktan yerini almış bir dergi. Bu konularda araştırma yapacak arşivcilere özellikle salık veririm. “Seviyeli magazin” diye bir şey mümkün olabilir tabii ki, Tuğrul Eryılmaz bunu bize her Cuma hatırlatıyor.  

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor