22 Kasım 2020

Resimli Radyo Dünyası Dergisi'nde Demokrat Parti'nin ilk yılı: Radyoda alaturkanın yükselişi

Resimli Radyo Dünyası 1950-1953 Yılları arasında yayımlanan ve Demokrat Parti iktidarının ilk dönemini anlamamıza yardımcı olabilecek bir magazin dergisi. Okudukça Ankara Radyosu ile İstanbul Radyosu arasındaki ismi konmamış bir gerilimi, buradan devamla, İstanbul'un hem bir popüler kültür başkentine dönüşümünü, hem de bu işte İstanbul Radyosu'nun rolünü anlamaya başlıyoruz

Yıl 1951, Demokrat Parti iktidara gelmiş, dış politikada savaş yıllarında savaşan ittifaklara dair izlenen dalgalı rota artık savaşın son demlerinde sona ermiş, "taraf" belirlenmiş: Batı ve onun da lideri Amerika Birleşik Devletleri (ABD). Yeni dünyanın sadece siyaseten değil kültürel olarak da lideri olmaya soyunan ABD, Türkiye'de de simgesel olarak yükselişte. Marshall yardımıyla başlayan kırdaki dönüşümün ilk neticesi büyük şehirlere yönelen göç oluyor. Yeni insanlar, yeni zevkler, "lezzetler". Ve dolayısıyla, şehrin başat kültürü olan popüler kültür hem genişliyor (gazinosu, konseri, radyo yıldızlarıyla) hem de dönüşüyor: Klasik batı müziğinden "yerli" müziklere, yerli olanlarda ise türkülerden çok "şarkılı" olanlara doğru. Batının müziği kaybolmuyor ama artık "popüler" eğlence kültürüyle iç içe, ya özellikle "yerlisinden" tangolar ya da adı "caz" da olsa "dans" müzikleri. Eğlencenin mekânları da yükselişte, haberlerde, spotlarda, reklamlarda iyice görülür olmaya başlıyor. Konser mekanların en âlâsı belli ki Saray Sineması, sonra boy boy gazinolar, pavyonlar, kulüpler, barlar ve son olarak türkü dinlenen "saz evleri" öne çıkıyor. 

Önemli olan bu eğlence mekânlarının sunduğu "içerik" tabii ki, hangi "yıldızların", sanatçıların, müzisyenler, atraksiyonlar içeriğe dönüşüp sahnelenebildiği. Bu sürecin ipuçlarını yakalamak için devrin magazin dergilerinden daha iyi bir kaynak olamaz, bu nedenle yine onlara, yani birçok isimli yayınlanan "radyo" dergilerinden birine bakmak istiyorum. Bu dergiler magazine, eğlence temelli bir hayat tarzına yönelmiş de olsalar, isimlerinden de anlaşılacağı üzere, "radyo" mecrasına gönderme yapmadan ne olduklarını tarif edemiyorlar. Tesadüf olabilir mi? Değil tabii ki. Radyo, matbuatla beraber, en temel iletişim aracı, belki her eve henüz girememiş de olsa, kamusal alanda fazlasıyla mevcut ve üstelik, fakir olduğu kuşku götürmez bir halka hem haber, hem de eğlence (müzik, tiyatro, sohbet vs.) sunabiliyor. Radyoda ünlenmeden eğlence dünyasına girmenin pek bir yolu yok. Haftalık dergilerin ve gazetelerin arka sayfalarının olmazsa olmazı da radyo haberleri, program içerikleri, yıldızları, onların evleri, arabaları, debdebeli hayatları, ölümcül hastalıkları, medeni durumları, aşkları, yükselmeleri, düşüşleri. Velhâsıl, ciddî haberlerden magazinel haberlere dönüşen bu "tarz-ı hayat"ın Amerikanvâri olduğunu iddia etmek hiç de yanlış olmaz. İsminde radyo geçen dergilerinin en ünlüsü Radyo Haftası, ona dair birçok çalışma olduğu için daha az bilinen bir başka dergiye, Resimli Radyo Dünyası'nın 1951 yılının ilk dört ayını kapsayan sayılarına (Sayı 31-41) bakmak istiyorum. 1950-1953 Yılları arasında yayımlanan bu derginin sahibi Recep Ekicil, başyazarı ise Edip Akın'dır.

Ocak Ayında yayımlanan 31. Sayının ilk sayfaları Kore Savaşı'na dair bir konsere ayrılmış. Kore Gazileri için düzenlenen bu etkinliği bizzat dergi düzenlemiş ve konserde neler yaşandığına ilişkin haberler bu ve bundan sonraki sayıda uzun uzun anlatılıyor. Bu konuda çok bir detaya girmek isteniyorum, çünkü eski öğrencim ve tabii ki artık bir meslektaşım olan Dr. Ömer Turan'ın bu konuda kapsamlı bir makalesi ("Radyo Haftası ve 1950'de Ankara Radyosu'nun Kore Neşriyatı", Tarih ve Toplum, Cilt 34, Sayı 210, ss. 23-31) var. İşin iyi tarafı, Dr. Turan kaynak olarak benim kullandığımı değil, Radyo Dergisi'ni kullanıyor ve böylece, devrin radyo dergilerinde Kore Savaşının nasıl anlatıldığını daha kolay anlayabiliyoruz. Burada önemli olan arkaplan bilgisi şu: çok istememize rağmen henüz NATO'ya girip giremeyeceğimiz belli değil, Kore'ye birlik göndermemiz ve savaşta yararlık göstermemiz bu hususta önemli bir katkı sağlayacak.

Tabii ki yazıda bunlardan sözeden yok, aksine hamasî bir dille neredeyse bir kurtuluş savaşı anlatısı gibi, o uzak diyarlardaki savaş pek coşkulu bir dille anlatılıyor:

"Milletçe heyecanlı günler yaşıyoruz…Kore dağlarını "Allah! Allah!" sesleriyle inleten, insanlık hak ve uğruna canını dişine takarak, Allaha inananların Allahsızlara karşı kazandığı büyük zaferleri tarihin altın sahifelerine yazdıran kahraman 4500 Türk evladının birkaç gazisini bağrımıza basmış bulunuyoruz…" 

Gelelim benim ilgimi çeken diğer meseleye, radyo program içeriklerine dair hemen her sayıda birçok vatandaşdan alınan görüşlere. İlginçtir, sistematik bir şekilde, bu görüş-yorumlarda sürekli olarak radyodaki "garp musikisi" programlarının azaltılmasına dair bir vurgu var! İsminde radyo olan bir derginin, her sayı yayımlanan "Vatandaş Konuşuyor" köşesinde radyonun içeriğine dair soruların sorulması tabii ki yanlış değil. Komplocu bir zihniyetle yazmak istemiyorum ama, görünen o ki, "vatandaş" daha çok yerli müzik, açıkça yazalım, daha çok "alaturka" istiyor argümanı güçlendirilmek için, başlıktan içeriğe kadar bir "editöryel müdahale" yapıldığı besbelli. Öyle ki, hemen aşağıda göreceğiniz başlıkta, istemekten öte bir şey de var. Radyolarda çalınan garp müzikleri, neredeyse, Türk musikisine yapılan bir "hücum" gibi tanımlanıyor.

32. sayıda (25 Ocak 1951, s. 19) yayımlanan bu görüşün sahibi bir berber ve İstanbul Radyosu yayınlarındaki durumu şu sözlerle tanımlıyor: "Halk musikisine gereken ehemmiyet verilmiyor…Fasıl heyetleri gelişi güzel yapılıyor…Garp müziğine ayrılan seansların daha da azaltılması ve bunun yerine Türk musikisi konması elzemdir…Garp müziği taraftarlarının Türk müziğine yaptıkları hücumlar, nefret ve teessüfle karşılanıyor. Salon orkestraları, oda müziği programlarını kimse dinlemiyor, zorla dinletmeleri de insanın canını sıkıyor". Birçok açıdan çok ilginç bu erkek berberinin söyledikleri, oda müziğinden haberdar mesela, garpçıların şarkçılara "saldırdıklarının" farkında ve de lanetliyor; üstelik müzik zevkinin bir köşesinde halk müziğine de yer var. İyi bir kurgu. Yine aynı görüşler köşesinde, garp müziği taraftarı bir görüşle de karşılaşıyoruz! Ne güzel, dengeler korunmuş gibi görünüyor. Okuyalım: "Tabiatiyle radyolarımızın neşriyatını dinliyoruz. Caz musikisine gerektiği şekilde fazla seans verilmiyor. Radyonun bütün dünya tarafından dinlenildiğini nazarı itibara alarak, caz musikisine ehemmiyet vermelidir. Böylece memleketimizin tanınmasına çalışılmış olur…" Müthiş. Kimmiş bu görüşün sahibi, yazıdan okuyarak önce çalıştığı binadan tanıyalım: "Galatada meşhur bir han vardır… Çituris Hanı… Üçüncü katta ilke gelen kapının önünde duruyoruz…Tabelada şunlar yazılı: Jozef R. – İthalatçı". Kapıyı çalarak içeri giriyorum…Amerikan filmlerinde gördüğümüz modern bir yazıhane". Evet, sanırım durum yeterince açık, bir yanda bir erkek berberi, diğer yanda 6-7 Eylül'e doğru hızla gitmekte olan İstanbul'dan bir "kozmopolit" karakter. Bitmiyor, röportajların son kısmında, İstiklal Caddesinde hızlı adımlarla yürüyen yaşlı bir zat durduruluyor, fotoğrafçılık yaptığını beyan eden bu beyefendi "kozmopolit" hissiyatı anında tuzla buz ediyor: "Radyonun yalnız alaturka neşriyatını dinliyorum…Programları beğenmiyorum…Milli gururları okşayacak neşriyatlar yapılmalı, radyoda sık sık marşlar çalmalıdır." 

Sadece bu sayıda değil, tüm "Vatandaş Konuşuyor" sokak röportajlarında aynı hava sürekli tekrarlanıyor. Örneğin, 33. Sayıda (1 Şubat 1951, s.38) u sefer İstanbul Üniversitesi talebeleri arasındayız. Bir öğrencinin görüşlerini dinleyelim:

 

Editöryel bir müdahale yapıldığını düşünmüyorum. Çünkü, burada öne çıkan şehirli, popüler kültüre işaret eden bir anlayış, yeni bir "doğu-batı sentezi" fikri bana çok daha gerçekçi geliyor. Radyo, varolan eğlence dünyasının zengin içeriği karşısında yetersiz gelmeye başlıyor anlaşılan. Halkın tuttuğu sanatkarlar denirken, gazete ve dergilerde okunan, öne çıkan, artık bir sanatçı olmaktan çok "yıldız" olarak tanımlayabileceğimiz popüler isimlerin radyoda yer alması gerektiği fikri eleştirinin temelini oluşturuyor. Demek ki, bu noktada biraz soluklanıp, radyo programlarında ne olduğuna bakmakta yarar var. Ama bu iş için bir sonraki haftayı beklemek zorundasınız. Birçok okurum, son yazdığım yazıların çok uzun olduğu konusunda beni uyardı ve sanırım çok da haklılar. Çünkü, yeni medya mecralarının sunduğu akıllı telefon ya da tablet gibi araçlarda uzun yazıları okumak kolay olmuyor. Ben de bu nedenle, bu sıralar sürdürmekte olduğum arşiv yazılarımı iki parça olarak yayımlamanın daha doğru olacağına karar verdim. Ezcümle: devamı haftaya…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Abdallar kaldı mı?

Düğün “çaldıklarında”, onlara verilen ve “Abdal yemeği” diye bilinen yemeğin aslında ya beğenilmediği için konuklara servis edilmeyen ya da yemekten artanlar olduğunu da biliyoruz. Kimsenin kız vermek istemediği, aç kaldıkları zamanlarda, komşu köylerden yardım alamayacaklarını bilen, ezilen, sıkça aşağılanan bir aşiretin mensuplarıdır Abdallar

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

"
"