23 Ağustos 2020

Cazbandın atası mehter midir?

Prof. Mehmet Ali Sanlıkol'a göre, Klasik Osmanlı müziğini Batı Klasik Müziği ile karşılaştırmak yerine Caz Müziği ile karşı karşıya koymak daha doğrudur. Çünkü, her iki gelenek de "icracı" merkezlidir ve doğaçlamayı temel alır. Çıktığı yıllarda olmasa bile zamanla caz diye isimlendirilen müziklerin neredeyse Batı Klasik Müziği ile aynı seviyede "ciddî" -"popüler" olmayan anlamında- bir müzik olarak algılandığı düşünülürse böyle bir yaklaşım anlaşılabilir ama bence biraz da anakronik kalıyor

Provokatif bir başlık, değil mi? Fikir bana ait değil ama içeriğinin temel alındığı kısa makale okununca, öyle kolayca bir köşeye atılacak bir yaklaşım olmadığı da anlaşılıyor. Neyse, önce konuya bir başka noktadan girmek istiyorum. Bazı belediyeler, yayımladıkları kitap ve dergilerle beni, olumlu anlamda, çok şaşırtıyor. Bu belediyelerin başında Zeytinburnu Belediyesi geliyor, sitesine girip dijital olarak da erişilen yayınlarına bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu yayınlar arasında beni en çok şaşırtan yakınlarda dördüncü sayısı yayımlanan Z Dergisi. Sıra dışı konularda birçok yazının bir araya geldiği çok kapsamlı, 300-500 sayfalık sayılar. Örneğin ilk sayısı, Türkiye'de Bitki Ressamlığı'na ilişkindi. Yine bir başka sayısı At ile ilgili yazılardan oluşuyordu. Geçenlerde yayımlanan son sayısı ise Müzik başlığına sahip ve 500 sayfadan fazla! Neler yok ki bu sayıda, müziğe dair hemen her konuda çoğu kısa da olsa, bilgilendirici nitelikte onlarca yazı. Pek editörlük yapılmamış belli ki, yazarlar davet edilmiş ve sanırım gelen yazılar da basılmış. Zaten yayın danışmanı da durumu "her telden çaldık" diye doğru bir biçimde ifade ediyor. Yine de, Türkiye'de müziğe dair bir kaynak eser olarak kolayca kabul edilebilecek, üstelik dijital versiyonu parasız indirilebilen ve sadece bu nedenle bile takdir edilmesi gereken bir yayın. İnternet adresi için tıklayınız.

Yazılar arasında hemen öne çıkan, yazarını da tanıdığım, kısa ama argümanları çok güçlü bir yazıdan (makale olarak değil, daha çok akademik bir değini gibi yazılmış) söz etmesem olmaz. Amerikanın en önemli konservatuvarlarından Boston'daki New England'da Profesör olarak çalışan Mehmet Ali Sanlıkol'un yazısı gerçekten çok ilginç. Hemen not edeyim, Sanlıkol sadece bir akademisyen değil, konservatuvarlarda sıkça karşılaştığımız şekilde aynı zamanda bir besteci ve müzisyen, üstelik iki yıl kadar önce Grammy'e aday olabilecek bir nitelikte. Onunla ilk kez Onur Türkmen ile beraber öncüsü olduğu Audio Fact grubunun Black Spot (Kalan, 1998) albümünde tanışmıştık. Progresif rock esintili bu albümde pek Türkiye esintisi yoktu, daha sonra ABD'ye, ünlü Berklee Okuluna giden Sanlıkol hem eğitimine devam etti, hem de bir caz icracısı (piyano) olarak kariyerine devam etti. Sonrasını yazıdan okumanızı tavsiye derim, çünkü tesadüfî olarak tanıştığı mehter müziğinin müzik hayatını ve kariyerini nasıl değiştirdiğini kendi kaleminden okumalısınız.

Benim için Sanlıkol'un yazdıkları (klişe olacak ama, "macerası"), Türkiye'de ne yazık ki "normalleştirerek" yaşadığımız müzik dünyamızdaki karmaşaları tekrar hatırlamak ve üzerine yeniden düşünmek için bir vesile oldu. Batı müziği icra edilen bir aile ortamında, Bursa'da (Osmanlının ilk başkenti) büyüyen, üstelik müzisyen bir insanın mehter müziğini ancak doktorasına başladığı yılda ve tesadüfen "keşfetmesi", danışman hocasına şaşkınlıkla koşması, kariyerini yeniden planlaması, bu nedenle yıllarca Osmanlı müziklerini öğrenmeye çalışması, bu ülkedeki entelektüel kopukluğun ciddî bir dışavurumu değil de nedir? Yok, bu arada "kahramanımız" hidayete falan ermiyor, 2018'de İstanbul Caz Festivaline geldiğinde Mevlevi ayininden esintiler taşıyan müziğiyle karşılaşan bazı müzisyenler belki de öyle düşünüp salonu terk etmişti, hatırlıyorum. Ama bu iş için caz kariyerine ara veriyor ve Osmanlıca öğrenmekle işe başlayarak makam müziklerini öğrenmek için yıllarca sürecek yeni bir eğitime başlıyor. Her iki dile (caz ve Osmanlı müziği) yeterince hakim olduğuna inandığı bir noktada caza dönerek, kendi kişisel dilinde besteler yapmaya başlıyor. Merak edenler için özellikle Resolution CD'sini tavsiye ederim. Henüz iki gün önce, efsane saksofoncu Dave Liebman tarafından ısmarlanan ve bizzat icra edilen son albümü (The Rise Up) yayınlandı. Örnek olsun diye, bu albümden animasyonla desteklenen "A Vicious Murder" (Mel'un bir ölüm diye çevrilebilir) isimli parçanın linkini veriyorum. Çok önemli bir caz sitesi olan All About Jazz'da müzik eleştirmeni Jack Bowers, bu albüm için 4,5 yıldız verdiği gibi "önerilenler" kategorisine de koydu.

Yazıda Sanlıkol, bazen alevlenen ve yıllardır bitmeyen müziğimizdeki "sentez" meselesine işaret ederek işe başlıyor. Çünkü, 1930'larda başlayan bu tartışmanın arkaplanında "neden" buna ihtiyaç olduğu örtük önermesi de olduğundan bir "karşılaştırma" her daim süregelmişti. Batıcılar, varolan alaturkayı beğenmiyor, "geri" buluyorlardı. Zaten bu nedenle, musikimizin "asrîleşmesi" gerekiyor ve bu minvalde "çoksesli" Batı Klasik Müziği seviyesine "yükseltilmesi" gerekiyordu. "Musiki inkılabı" tam da bunu öneriyordu. Bir yanda "Saray Müziği" (Bu arada, Osmanlı döneminde de varolan Halk Musikisi asla gündeme gelmiyordu, çünkü temizdi, "yoz" değildi), öte yanda "Klasik Batı Müziği". Devamında, iş iyice tatsızlaşıyor ve en azından kendini "elit" olarak gören "batıcı" müzisyenler için "alaturka" iyice gözden düşüyor, "yabancılaşıyordu". Bu iş bitmiştir artık diye asla düşünmeyin. Düşünün, acaba dünyanın hangi ülkesinde iki farklı konservatuvar eğitimi var? Sanırım sadece bizde. İlk kurulan konservatuvarlar (Batı Klasik Müziği) içlerinde görmek istemedikleri için ancak yıllar sonra Türk Müziği Konservatuvarları kurulabildi, orada da batı müzikleri öğretilmiyor. Çoğu Mehmet Ali Sanlıkol benzeri aile ve arkadaş ortamlarında yetişen, en azından Batılı Pop müziklerine aşina çevrelerde büyüyen şehirli ve genç bir müzisyen grubu için "alaturka" asla derinlemesine dinlenmeyen, en iyi ihtimalle "mazide kalan" bir müzikten öteye geçemedi.

Sanlıkol'un yazısına dönersek daha da ilginç bir iddia ile karşılaşıyoruz. Eskiden "cazbant" diye ve bazen de hakaret olarak kullanılan şehirlerdeki eğlence mekânlarda batı müzikleri icra eden guruplarının (bizde her türlü gurup müziği için kullanılan bu toplulukların cazdaki karşılığı Big Band olmalı) atasının "mehter takımları" tarafından icra edilen gurup formasyonu olduğu iddiası. Evet, biraz karışık görünüyor, açıklamaya çalışacağım. "Ne bu gürültü, cazbant mı çalıyor?" gibi olumsuz bir kalıpla konuşan kahramanlarla karşılaşabileceğimiz bir roman geleneği olduğunu (örneğin, Peyami Safa) edebiyatla biraz haşır neşir olanlar bilir. İlk olarak 1930'larda ortaya çıkan bu kullanımlar İstanbul'un işgalindeki eğlence mekânları ve çalan müzikler (cazbandın icra ettiği caz) arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu hususu hiçbir şekilde dile getirmeyen Sanlıkol ise başka bir şeye işaret ediyor: Klasik Osmanlı müziğini Batı Klasik Müziği ile karşılaştırmak yerine Caz Müziği ile karşı karşıya koymak daha doğrudur. Çünkü, her iki gelenek de "icracı" (müzisyen) merkezlidir ve emprovizasyonu (doğaçlamayı) temel alır. Çıktığı yıllarda olmasa bile zamanla caz diye isimlendirilen müziklerin neredeyse Batı Klasik Müziği ile aynı seviyede "ciddî" ("popüler" olmayan anlamında) bir müzik olarak algılandığı düşünülürse böyle bir yaklaşım anlaşılabilir ama bence biraz da anakronik (tarihsel bağlamından kopuk) kalıyor. Anakronik bir önerme çünkü, 1930'lar Türkiye'sinde "caz" hiç de "matah" bir müziğe işaret etmez! Mütareke İstanbulunu, işgali, fuhuşu ve kokaini çağrıştırır. Bugün durum tabii ki böyle değil. Günümüz konservatuvar eğitiminde (Batı Klasik Müziği odaklı olanlarda) cazın müfredatın içine girmesi gereği (makamsal müziklerin öğretimi de dahil) tabii ki gerekli ve önemli bir önermedir.

Sanlıkol, sadece bunu önermiyor, müzik tarihimizi Zilciyan markası üzerinden okuyarak, diğer argümanını da inşa ediyor. Mehter takımlarına zil üreten bu Osmanlı Ermenisi ailenin (en bilinen zil markası olduğunu söylemek yanlış olmaz; dahası, ürünlerinin üstünde "hakikî Türk zili" yazısı işlidir) ABD'ye göç ettikten sonra "cazbant" diye bildiğimiz ve özellikle nefesli ve vurmalı çalgıların kullanıldığı bando takımlarında kullanılmasına dikkat çekiyor. Bando bizim için çok dar bir anlam (askerî) ifade ediyor, hâlbuki İngilizcede "band" nosyonu her türlü "gurup" müziği için kullanılır. Peki, mehter bu işin neresinde? Mehter bandosu Osmanlı dönemi askerî müziğine işaret ettiğinden, günümüzde bir "bando takımı" olarak değil, sadece "takım" olarak zikredilir ve ilaveten, basmakalıp bir ifadeyle, mehterin ilk askerî bando olduğunun altı övünülerek çizilir. Evet, Avrupa askerî bando müziğinin temelinde mehter olduğu yerli, yabancı birçok kaynakta ifade edilir ama bundan ötesi de yoktur. Batıda bir süre ikâmet eden birçoğumuzun da farkettiği gibi bandolar sadece askerî müzik takımları değildir, aksine birçok lise ve toplumsal örgütün (itfaiye, hayır kurumları, belediyeler vs.) bando takımı vardır ve repertuvarları askerî olmaktan çok popüler parçaları temel alır. Müziksel bir dönüşümün askerî bandodan başlayıp toplumsal katmanlar arasında yaygınlaştığı ve "sivilleştiği" aşikârdır. Sanlıkol haklı olarak, örneğin ABD'deki "Big Band" diye isimlendirilen ve bizim "Cazbant" diye bildiğimiz müzik topluluğu tarihini yazanların da bu işin ABD'de başladığı gibi tuhaf bir önermeyle işe başladıklarının da altını çizer. Yine de biz ülkemize dönüp bir başka meseleye bakalım.

Peki mehteran (mehter sözcüğünün "çoğul" hâli ki bu bile durumu anlamamıza yardımcı olacaktır), yani mehter takımları sadece askerî miydi Osmanlıda? Tabii ki hayır. Resmi mehterlerin dışında "esnaf mehteri" olarak bilinen ve halkı eğlendirmeyi iş edinmiş mehter takımları da vardı. Merak eden İslam Ansiklopedisindeki "Mehter" maddesine bakabilir. Ve devamında, yine aynı ansiklopedideki "Saz" maddesine. Web sitesinin adresi için tıklayın. Mehter, temelinde bir "kaba saz" topluluğudur, davul ve zurna temelli açık mekânlarda müzik icra eden bir topluluk. Bizdeki "Osmanlı" muhipleri ise, kapalı mekânlarda icra edilen "ince saz"ı (ud, kemane, klarnet, kanun vs.) hatırlamayı tercih ederler.

Konuyu uzattığımız farkındayım ama müzik tarihimiz üzerinden az biraz düşününce bu ülkedeki esas savaşın elitler arasında şekillendiğini hemen görebilirsiniz. "Kaba saz" tabii ki ilgi alanında değildir "yeni" ya da "eski" Osmanlıcıların, çünkü "ince", "rafine" bir musiki değildir. Caz da, yine benzer nedenlerle (eğlence müziği olması, ne yazık ki "ırksal" çağrışımlar, dönemin nazi ideolojileri vs.), ilk dönem konservatuvarlarında sadece tepki çeker. Alaturkadan hiç de farklı değildir. Cazcı olarak tanınan, konservatuvar kökenli müzisyenler bir sorun (benim hatırladıklarım, Selçuk Sun, Okay Temiz, Maffy Falay, Ayhan Yünkuş ki örnekler kolayca çoğaltılabilir), caz çaldıklarında nasıl cezalandırıldıklarını. Bugün bile caz müzisyenlerinin çok azı geleneksel makamsal müziklerimize hâkimdirler. Sanlıkol'un cazcılara birçok imkân sağlayabilecek alaturkadaki "doğaçlama" vurgusunun önemine tekrar işaret ederken şunu da ne yazık ki unutmamak gerek. Cazcılarımız kendilerini Batı Klasik müziği icra edenlerle aynı seviyeye koymakla aslında "elitlik" iddiasında olduklarının pek de farkında değiller. Farkında olanlara, bu işin Türkiye'de asla olmayacağına, iyi cazın ancak batıda yapılabileceğine inanlara ise sadece tek bir şey söyleyebilir. Geçmiş olsun. Sonunda Mehmet Ali Sanlıkol gibi birileri de ortaya çıkacak, "kral çıplak!" diyecektir.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor

"
"