09 Ağustos 2020

Bir Türkiye melankolisi: Behzat Ç.

Sahi, neydi bu anti-kahraman başkomiser ve tuhaf ekibinin, üstelik pek de parlak olmayan polisiye hikâyelerinin sırrı? Behzat Ç., bir Ankara polisiyesi miydi?

Hatırlayanlar olacaktır. Bir on yıl önce tam bu sıralar, Emrah Serbes'in Her Temas İz Bırakır ve sonraki Son Hafriyat kitaplarını temel alan bir dizinin ekrana geleceği haberleri internet sitelerinde görülmeye başlanmıştı. Nitekim, bir ay kadar sonra, 2010 Eylül'ün sonuna doğru dizi, "Behzat Ç.: Bir Ankara Polisiyesi" olarak yayına girdi. İlk haftalarda reytingleri hiç de parlak değildi, yayınlayan kanalın 5-6 bölümden sonra kaldırmayı düşündüğünü çok net olarak hatırlıyorum ama bir süre sonra hem reytingler daha kabul edilebilir seviyelere yükseldi (hiçbir zaman çok yüksek olmadı, bunu da unutmayalım), hem de çok ciddî bir kült diziye dönüştü, genç ve fanatik bir izleyici grubunun gönlünde taht kurdu! Birçok soruna (küfürlü konuşmalar, siyasal göndermeler, şiddet görüntüleri vs.) yönü olmasına rağmen yayınlayan kanal (açıkça ve överek yazalım, o günkü yönetici ekibiyle Star TV) arkasında durunca dizi yayınlanmaya devam etti. Dönemin sosyal medyasında şekillenen çok kuvvetli bir izleyici desteğiyle üç sezon yayınlandı, kanala çok para kazandırmasa da ciddî bir ilgi gördü. İlginçtir, diziler dünyasında hiç alışık olmadığımız şekilde, bu ilgi bitmedi, hâlen devam ediyor. Ben de, bir on yıl sonra Behzat Ç.'ye tekrar bakmanın çok yararlı olabileceğini düşündüm. Dizi şu anda Netflix'te gösterimde ve ben de bu vesileyle, ilk sezonun 22 bölümünü tekrar izledim. Bazen başka dizilere de birçok farklı nedenle bakmak zorunda kalıyor ve bazı bölümlerini hiç hatırlamadığımı fark ediyorum. Ama Behzat Ç. için bunun böyle olmadığını, sadece bir kere izlediğim bir diziyi sahne sahne hatırladığımı şaşarak gözlemledim. Sahi, neydi bu anti-kahraman başkomiser ve tuhaf ekibinin, üstelik pek de parlak olmayan polisiye hikâyelerinin sırrı? Behzat Ç., bir Ankara polisiyesi miydi?

Hem bir Ankaralı olarak, hem de edebiyat sosyolojisine meraklı bir okur olarak tabii ki diziden çok önce ilgimi çekmişti Emrah Serbes'in kitapları ve okuduğumda da çok şaşırtmıştı. Ankara ne sıradan bir taşra şehri ne de İstanbul gibi köklü ve kozmopolit bir kültüre sahiptir. Ama Ankara, Cumhuriyetle özdeşleşmiş bir çok kültürel öğenin bir toplamı, hatta fazlasıdır. Kendine has şehirleşmesi (net olarak ayrışan merkez-çevre mahalleleriyle) ve bizatihî devletin merkezinde olması nedeniyle, devlet erkinin, üst düzey bürokratların ve tabii ki her seviyeden memur için hayatlarındaki en önemli duraklardan biridir. Ankara, Osmanlı sonrası Türkiye'ye dair bir çağrışımlar silsilesidir. Üstüne üstlük, yerel beşeri (Balâlılar, Kızılcahamamlılar, Beypazarlılar gibi) kültürünü, yakınındaki, uzağındaki şehirlerden gelenlerle birleştirebilmiş (birçok Ankara mahallesinde bu oluşumların izlerini gözlemleyebilirsiniz; birçok bölgesinde "yerellik" ile "melezlik" çok net ayrışır), şehre bir vesileyle (genellikle memur ama yanısıra iş için göçenleri de unutmadan) gelenlerin yerleşerek oluşturdukları ilginç bir Ankaralı kimliğinden söz edilebilir. Çünkü, bu sosyal sermayesi oldukça "zayıf" kimliklerin karşısında kültürel sermayesi oldukça "güçlü" bürokratlar, serbest meslek sahipleri, iyi üniversiteleri nedeniyle akademisyenler ve tabii ki çok canlı bir öğrenci gruplaşması da Ankaralı kültürünü melezleştirirken zenginleştirir. Ankara'nın en Ankaralı olmayanlar ne yazık ki siyasilerdir, ama onlar olmadan da şehrin bir işlevi kalmaz. Özetle: Ankara, bir yandan Anadolunun kendine özgü bir toplamı, öte yandan bir siyasal ve kültürel mücadeleler zemini ve en önemlisi, başlıbaşına çok katmanlı bir kimliktir. Birisi Ankaralıyım diyorsa bu boşuna söylenmiş bir sözcük değildir.

Emrah Serbes de bir Ankaralı, gençlik ve marjinal kültürlerine hâkim, özellikle yoksul mahallerini, onların gönlünü ve dilini iyi bilen bir yazar. Ancak böyle bir girişten sonra Behzat Ç.'ye bir on yıl sonra bakmak yararlı olabilir. Serbes'in yazarlığını tartışmak ve diziyi birebir onunla özdeşleştirmek asla istemem, çünkü yanlış olur. Bu bir dizi, her bir bölümü 90 dakika yazılmış, bazen yazardan fikir almış da olsa senaristinin (Ercan Mehmet Erdem) kendi dünyası var ve üstelik, önemli bir yönetmen (Serdar Akar) tarafından görsel bir anlatıya dönüştürülüyor. Ayrıca, çok iyi oyunculara sahip! Öyle ki, oynadıkları karakterler çoğunun üzerine hâlen yapışmış hâlde. Ben bile bu yazarken, Erdal Beşikçioğlu yerine Behzat Amirimden söz etmek istiyorum. Akbaba'nın saçları ve küpesi, Hayalet'in yeleği ve parkası, Harun'un ergen hâlleri ve dangalaklıkları aklımdan hiç çıkmıyor. Üstelik bu resme, Ankara pavyon kültürü, dayak yenilen karakollar, izbe cinayet mahalleri, gecekondulu mahalleler, hırsızlar, ipsizler, başıboşlar bir anda ilave oluyor.

O kadar mı? Teknik anlamda birçok hata da var: Elde çekim yapan dijital kameranın yarattığı renk ışık düzensizlikler, çok iyi oyuncuların yanısıra neredeyse amatör oyuncular (Flash TV'nin Gerçek Kesiti'nden kopup gelmişler sanki), yarı-zamanlı gibi çalışan bir yönetmen (bazen üslup o kadar değişebiliyor ki), rejideki aksaklıklar, vesaire. Tek aksamayan şey müzikler, gerçekten olağanüstü, ama onun ötesinde aranırsa kolayca bulunabilecek onlarca hatası var dizinin. Yine de, bu kadar yıl sonra kolayca söyleyebilirim, müthiş bir diziymiş Behzat Ç. Çünkü, usturuplu bir şekilde dokunduğu konular (homofobik cinayetler, öğrenci mekânları, Hrant Dink cinayeti, solcu sendikalar, devlet içindeki gruplaşmalar, gizli örgütlenmeler vb.) ve sosyolojik derinliğiyle çok özgün, naif bir dille anlatsa da "gerçeğe" dokunabilen, sonuna kadar "sahici" bir anlatısı var bu dizinin. O kadar tanıdık kişiler ve diyaloglar var ki şaşıp kalıyoruz. Örneğin, sevgilisinin solcu olduğunu fark ettiğinde Harun babasından çok sevdiği amirinde bir "solculuk hastalığı" olup olmadığını merak ediyor ve soruyor. Ne solculuğu, siyasal hiçbir düşüncesi yok ki Behzat'ın. Aslında, sadece "doğruları" (ahlâki planda öğrendiği, kültürel doğrular) var fikriyat zemininde ve sadece "yanlışları" var hayata geçirdiklerinde. Tüm ekip, tanımlayamadıkları ama sonuna kadar inandıkları "doğruların" peşinde ve sürekli olarak "hata" yapıyorlar. Hatalarını fark ettiklerinde ise, ne yapacaklarını bilemeyip üzülüyorlar. İçi bir boş bir hüznün karşılığı bir tür süreğen depresyon ya da başlıkta söylediğim anlamda bir melankolidir.

Biraz soluklanıp bu insanlara odaklanalım. Bir kere ekiptekilerin hepsi az biraz "anti-kahraman". Örneğin Behzat, bildiğin katil, yargılamadan, sorguya falan almadan (sorgusunun ne olduğunu da biliyoruz, ağır dayak!) suçlu olan birisini öldürüyor. Ya hayalet? Yarım yamalak aşık olduğu bir kadın için (o da bir katil) cesedin yerini değiştiriyor. Akbabanın sosyal bir varlık olduğu bile şüpheli, kim olduğunu, ne düşündüğünü pek anlayamıyoruz, üstelik somurtkan, sempatik bile değil. İçlerinde en sempatiği Harun ise baştan sona bir kabalıklar ve dangalıklar silsilesi. Ne sevmesini biliyor ne de hovardalığı. Fakat takipçileri zamanla bu insanlara bayılmaya, neredeyse aşık olmaya başlıyor ve bu noktada da asıl sorumuz şekilleniyor. Neden seviliyor bu anti-kahramanlar? Hatta, biraz daha ileri gideyim ve dizinin iki diğer berbat suçlu karakterini de sorayım? Seri katil Ercüment Çözer ve onun kıçını toplayan Memduh Başgan'da neden birçok fana sahip olabiliyor? Cevaplar iki farklı cenahta toplanabilir. Ercü ve Memduh, anti-kahraman da olsalar neticede "başarabilen" tipler ve tabii ki, diyalogları ve akıl oyunlarıyla eğlenceli karakterler. Yazarı tarafından çok iyi tasarlanmış "kötüler".

Esas sorun ise bizim ekibin beğenilmesinde! Sürekli hata yapan bu insanların sonunda affedilmesinde. Nasıl oluyor da izleyici bu anti-kahramaları benimsiyor, belli ki bir noktada özleşleştiriyorlar kendileriyle? Hatalarıyla değil sevaplarıyla mı? Sevapları ne olabilir örneğin Harun'un? Babasını sevmesi, özünde iyi kalpli olması, dangalaklıklarını fark etmesi? İyi de, yine de aynı Harun sorguda dayak atmıyor mu? Cevap geliyor! Ama dövdüğü adam "suçlu"? Kabul edilecek bir cevap değil ama, hadi hak verelim ve şu soruyu soralım. Suçlu cezasını çekiyor mu? Yoo. Neden? Çünkü düzen böyle! İşte melankolinin başladığı yer tam da burası. Herkes güçsüz olduğunun, iktidarsız olduğunun farkında! Ve yine herkes (bizim ekipten söz ediyorum, üstünüze alınmayın!), bir iktidarın peşine düşüyor. Yani, kanuna, kitaba, babaya bakınıp duruyor, aranıyor. Nerede bu devlet? Bitmez tükenmez bir soru.

Cevabı veremem ama bir şeye işaret edebilirim. Tüm ekibin babalarıyla sorunları var. Behzat babasının kalp krizinden kendini sorumlu tutuyor. Kızının ölümü bir baba olarak bir türlü kabul edemediği gibi, yine bu nedenle intihara meyilli. Harun ve babası arasındaki ilişkiler zaten malûm, yine bir sevme, sevilememe açmazı! Hayalet'in babası solcu bir terziymiş, akla hemen Terzi Fikri geliyor! Akbaba'nın babası bir berber, ancak amcası sevgilisine tecavüz ettiğinde babası amcasına hak verdiğinden evini, ailesini terk etmiş! Demem o ki hepsi yetim bu insanların. Ve yine hepsi de objektif (taraf tutmayan) bir babanın, örneğin ceza kanununun ve tabii ki devletlerinin peşindeler. Ama, en azından dizimizde bir türlü bulamıyorlar! Dertleniyorlar, içiyorlar, Neşet dinliyorlar, hüzünleniyorlar. İşte bu nedenle, bu bir Ankara polisiyesi değil bir Türkiye melankolisi. Ve son on yılda bu hissiyat en azından Behzat Ç. tutkunları içinde çok da değişmemiş olmalı ki, aylardır Netflix'te en çok izlenen ilk 10 dizi arasında sebatla direniyor, duruyor. Zamanınız varsa izleyin, pek kolay olmuyor ama emin olun, oldukça öğretici.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor