28 Aralık 2020

Bir büyük caz konseri ya da Kozmopolit İstanbul'un son demleri

Radyo Haftası'nın 100. sayısında yer alan bir konser haberini okuduğumuzda 1950'lerin İstanbul'unun ne denli kozmopolitan bir kültüre sahip olduğunu tekrar hatırlıyoruz. Ama şunu da bilelim; ellilerin ilk yarısındaki bu hava ikinci yarısından sonra tamamıyla değişecek, 1960'lı yıllara geldiğimizde neredeyse bir kuraklığa dönüşecektir

Yıl 1952. Radyo Haftası'nın 100. sayısında (19 Nisan 1952), derginin ve Hürriyet gazetesinin arkasında durduğu, Hafif Batı Musikisi Mensupları Sendikasının düzenlediği ilk konseri aktaran ve iki sayfaya yayılan bir başlık var.

Bir süredir "alaturka" dünyasını aktaran yazılar yazıyordum, şimdi sıra "alafranga"da. Söz konusu İstanbul oldu mu, "alaturkası" da olsa, her daim "alafranga" müziği de hatırlamak, kulak vermek gerekir. Modern zamanlarda "alafranga"nın İstanbul'a girişi belki biraz daha eskidir ama asıl şaşaası ve fecaati de "mütareke" dönemiyle bağlantılıdır. Mütareke İstanbul'unda her türden alafranga müzik İstanbul'da duyulur olmuş, bir de bu resme, sefahat âlemlerini doğrudan çağrıştıran "cazbant" orkestraları dahil olmuştu. Belki de bu nedenle, Cumhuriyet'in kuruluşundan, İstanbul'un kurtarılmasından sonra popüler müziklerde "orkestra" sözü duyuldu mu, en azından muhafazakâr çevrelerde, hemen kaşlar kalkar, bu eğlence biçimi pek de makbul olmayan bir başka lafla, "kozmopolit" olma ile birleştirilirdi. Hâlen de sevilmez "kozmopolit" muhafazakâr çevrelerde. Güncel Kubbealtı Lügâtından aktarıyorum: "Kozmopolit: Yabancılara âit şeylere hayran olma, millî ve yerli bir rengi olmayan, milli özelliğini yitirmiş kimse veya görüş". Özetle: Kökü dışarıda, kültürümüze düşman bir bakış açısı ya da kişilik hâli olarak görülür ve mümkünse uzak durulmaya çalışılır.

İdeolojik içeriğindeki "bayatlık" bir yana, sosyolojinin "toplumsal değişim" bahsindeki en basit kuralı, büyük şehir kültürlerinin yapısal olarak "kozmopolit" olması zorunluluğunu es geçen bir bakışın getirdiği bir "defans", bir kültürel korunma refleksi olduğunu söyleyip geçelim. Ama popüler kültür ferman dinlemez. "Alafranga", kırdan şehre göçün tetiklendiği 1950'lerden itibaren İstanbul'un yapısal olarak "kozmopolit" hayatına iyice entegre olmaya başlar (popülerleşen hâliyle "alaturka" da), bu nedenle bu konsere biraz daha yakından bakmakta yarar var. Hemen arka sayfada havalı bir giriş yapılmış:

Üç saatten uzun süren bir konser! Saat kaçta başlamış acaba? Saray Sinemasındayız (dönemin Kültür Sarayı desek yeridir), akşam film seansları var, ancak gündüz saatlerinde yer açılabiliyor. Yazıdan okuyoruz:

11.00 (belki de 10.00) gibi başlamış olmalı, önem veriliyor olmalı ki Radyo da kaydediyor, birçok yıldızın peş peşe sahne aldığı da belli ve bir türlü bitemiyor. Kapsamlı bir konser ama nasıl bir yönetimi, düzeni var? Sunan önemli bir yıldız, "sesli çizgiler" diye isimlendirdiği mizahla müziği harmanlayan Celâl Şahin ve yazıdan öğreniyoruz ki "Eşref Şefikvâri" bir sunum yapmış ve (burası önemli) iki Kürt sevgilinin Romeo-Jülyet sahnesi ile dikkat çekmiş! Kendilerini "şehrin efendisi" sayanların şehre yenilerde gelenlere yaptığı "hoş gelmediniz" muamelesinin belli ki mizahi bir tezahürü. Muhabirimizi rahatsız etmemiş, yazıvermiş. Neyse, sahne alanlara bakalım; önce cazcılar, Faruk Akel Orkestrası, sonra Zülik (piyanist Boğos Zulik olmalı) ve Arkadaşları Orkestrası, yazılana göre Bebop çalmışlar. Sonra Tangocular geliyor: Behçet Ölmeztürk, Orhan Avşar Orkestrası, Necdet Koyutürk Orkestrası eşliğinde Şecaattin Tanyeri. Devam edelim. Aleksandr Zamboğlu Gitar Kuarteti, Necip Celâlîn eşliğinde İlhan Kesici ve Ayten Alpman'dan caz şarkıları. Ve ayrıca kemancılar. Öncelikle Semih Argeşo ve arkadaşları ve tek başına bir yıldız kemancı Darvaş.

Yazıdan bir fotoğraf daha:

Bu isimlerden ne anlamamız gerekir, soru bu. Sorunun cevabı en başta işaret ettiğim "mütareke" İstanbul'una ve ilaveten, Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı öncesindeki Nazi korkusunun tetiklediği İstanbul'a yönelen göçlerde bulunabilir. Ama önce, bir konuda dikkatinizi çekmek isterim. Konserin ismi "caz" ama tangocular da orada, neden acaba? Çünkü, iki önemli global müzik türü (caz ve tango), çıkışları ve yayılmaları itibariyle aynı anda çıkmış ve aşağı yukarı aynı zamanda İstanbul'a gelmişler. Sonraki "algıları" çok farklı olacak. Çünkü birisi "Türkleşmiş" ("Türkçe tango"), diğeri bir türlü "Türkleşememiş"- "cazbant cazı" ki hâlen bizzat cazcılar arasında "Türk cazı" diyince sinirleri oynayan, olur mu öyle şey diyenler var. Bu konserde, müziği icra edenler arasında böyle bir sorun olmadığını tespit etmek hem sevindirici hem de kafa karıştırıcı. Çünkü, her iki "alafranga" müziğin mensupları birbirlerinin orkestralarında çalıyor, birlikte var olabiliyorlar belki ama bu "tango ve "cazın" farklı türler olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Başka bir soru: bu konserde "kemancılar", çigan havaları ne arıyor? Yazıda Semih Argeşo ve Arkadaşları'ndan söz edilirken "Romen havaları" deniyor ki siz çigan ("roman") olarak okuyun.

O hâlde "caz", tüm alafranga dans müzikleri için jenerik, "ortak" bir isim olarak kullanılıyor. Devam edelim. Bu resmi geçitte tabii ki, gayrimüslimler de yer alıyor. Bir yanda Ermeni Zülik, öte yanda Rum Aleksandr Zamboğlu var ki Ermeni müzisyenlerin özellikle cazdaki etkilerini zaten iyi biliyoruz. Evet ama bir de bir Macar kökenli bir isim var: Darvaş. Artık Halil Darvaş olmuş, yazıda Hasan yazıyor ama belli ki muhabir yanlış biliyor. Darvaş, şimdilerde unutuldu belki ama seksenli yıllara kadar iyi bilinen bir keman üstadıydı. Darvaş ile ilişkili olarak önce İstanbul'daki önemli bir "diaspora"ya işaret etmeliyiz. Nazilerden kaçan, Almanya ve Orta Avrupa kökenli müzisyenler. Otuzlu yılların ikinci yarısından itibaren İstanbul'a yönelen böyle bir göç var ve sadece Yahudi müzisyenleri kapsamıyor, Nazi rejiminin muhalif bellediği, bazıları Alman, başkaları da gelmiş. Öyle ki, 1940'lı yıllarda düzenlenen konserlerde, bu diasporanın unsurlarını görebiliyoruz. Şimdi bir başka ilana (1 Aralık 1942, Cumhuriyet) bakalım:

Kozmopolitanlıktan kastettiğim tam da bu. Tabii ki savaştan sonra, bu müzisyenlerden bazıları İstanbul'dan ayrılmış olmalı ama en azından hem müzisyen, hem de "hoca" olarak birçok alafranga müzisyenin yetişmesinde rol oynadılarını varsaymak hiç de yanlış olmaz. Darvaş'a dönersek, yine Radyo Haftası'ndan bir bilgi kutusu:

Burada ilk ismi olarak Jorj (Georg) yazılmış, bazı kaynaklarda ise Sergey yazıyor ama şurası kesin ki, onu tanıtan ilk ilanlarda da Darvaş'ın soyismi farklı yazılıyor. Şimdiki ilan, 6 Temmuz 1940 Tarihli Akşam gazetesinden.

Mac Allen de kim ola derseniz, bu konularda çok daha yetkin bilgilere sahip Gökhan Akçura'nın bir yazısına (Manifold, 19/06/2019, "Saray Sineması'nda ‘Büyük Caz Festivali' Bir El İlanının Analizi") işaret etmek isterim. Benim vurgulamaya çalıştığım, İstanbul kültürünün hem alafrangada hem de alaturkada "dış" kültürlere çok daha "açık" olduğu gerçeği. Alafrangayı anladık da alaturka nereden çıktı derseniz? Yine 1940 Yılından (Akşam, 6 Temmuz) bir Hamiyet Yüceses konserindeki detaya bakalım.

Ne deniyor? "Zengin millî ve Arap oyunları", belki de dansöz çıkıyor onu bilemem ama ilana böyle bir detay eklendiğine göre, bir "albenisi" olmalı! En başta işaret ettiğim, 1950'li yılların ikinci yarısından başlayarak müzik dünyasındaki "kozmopolit" yapıyı paramparça eden ve giderek bir "kuraklaşmaya" yol açan olaya dönecek olursak, 6-7 Eylül'den başka bir açıklamaya ihtiyaç duyduğumuzu düşünmüyorum. 6-7 Eylül, Beyoğlu eğlence kültürünün en önemli unsurlarından olan gayrimüslim nüfusun (müzisyenler dahil) en hafif tabirle "geri çekilmesine", bazılarının da ülkeyi terk etmesine sebep olmuştur demek hiç de yanlış olmaz. 1960 darbesinden sonra yabancı orkestraların Türkiye'de çalışmasına konan engeller ise İstanbul'da mebzul miktarda bulunan yabancı orkestraların ortadan kaybolmasına ve deyim yerindeyse "biz bize" kalmamıza neden olmuştur. Caz müziği açısından (genel, tüm alafranga müzikleri anlatan bir tabir olarak değil) bunun kültürel bir "kuraklığa" yol açtığını söylemek mümkün ve bence gereklidir. Zaten, o yıllardan sonra (birçoğu "cazcı" olarak bilinen) yerli müzisyenlerimiz önce aranjman furyasına, daha sonra da Türkçe sözlü pop müziğine katılacaktır. Örneğin, bugünlerde pek ünlenen Ferdi Özbeğen'in ilk olarak caz söylediğini nedense kimse yazmıyor? Bu dönüşümün (Türkçe popun gelişiminin) kötü bir şey olduğunu asla ima etmiyorum ama, İstanbul'daki "kozmopolit" müzik evreninin, berbat bir "müdahaleden" sonra nasıl yok olmaya yüz tuttuğunu da asla unutmamak gerekiyor. Gerçekten çok yazık olmuş.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor