Kim çıkardı bu Lozan tartışmasını? Yakından izleyemediğim için anlayamadım. Ancak iki devlet başkanının kameraların önünde atışmalarını şöyle bir gördüm. Bir reality show gibiydi. Bu tür sahneler alıştığımız devlet göreneğiyle pek bağdaşmıyor. Bu sahnenin senaristi kimdi acaba?
Sonuç: En üst düzeyde altmışbeş yıl sonra yapılan bir ziyaret, uluslararası kamu oyuna, özellikle bizim bakımımızdan arzu ettiğimiz ölçüde olumlu yansımadı. Bir de, durup dururken, hiç gerek yokken, bilen bilmeyen Lozan demeye başladı.
Devletimizin Lozan’ın güncellenmesini arzu ettiğini ilk kez işitiyorum. Merak ediyorum: Dışişleri bu konuyu incelemiş mi? Montreux sözleşmesinden önce yaptığımız gibi “rebus sic stantibus” deyip, Türkiye’nin sınırlarıyla ilgili yeni bir konferans mı önereceğiz? Yoksa “okus pokus” mu diyeceğiz?
Şaka bir yana, şöyle bir baktım söylenenlere: Ege adaları da anılmış ama daha çok Batı Trakya’daki Müslüman Türk azınlığın durumu kastedilmiş gibi. Lozan’ın azınlıklarla ilgili kısmını şöyle bir elden geçirelim, der gibiyiz. Kasıt, antlaşmada değişiklik mi, yoksa uygulamayı güçlendirmek için bir şeyler yapmak mı? Anlayamadım, bağışlayın. Ancak uygulamayı güçlendirmek anlamına geliyorsa güncellemek, üstünde durmak gerek.
Azınlıklar söz konusu olduğuna göre şöyle bir anımsayalım. Lozan müzakerelerinin en renkli evrelerinden biri azınlıklarla ilgili olanıdır. Profesyonel açıdan bakıldığında, Türk heyetinin başarılı olduğu görülür. Türk heyeti, azınlıkların korunmasına ilişkin uluslararası standartları kabul edecekleri, ama çifte standarda veya özel muameleye hayır diyecekleri yönünde bir çizgiyi tutarlı şekilde savunmuş, amaçlarına da ulaşmıştır. Lozan’da ortaya çıkan azınlıkları koruma düzeni Eylül 1924’den itibaren Cemiyet – i Akvam’ın denetimine açık olmuştur. Gerçi şikâyet dilekçelerine dayanan zayıf bir denetim sistemdir bu, ama o dönemde az da olsa işe yaramıştır. On beş kadar ülkede, toplamı yirmi beş milyon kadar var sayılan azınlık nüfuslarına bir başvuru kapısı teşkil etmiştir. Hem Yunanistan (bu ülkenin ayrıca 1920 tarihli kendi Sevr antlaşmasından doğan yükümlülükleri vardı) , hem de Türkiye ile ilgili toplam ikiyüzü aşkın vaka ele alınmış olduğu bazı belgelerden anlaşılıyor. Bir arkadaşımla Türkiye ile ilgili sekseni aşkın şikâyete bakmıştık. Büyük bir bölümü Kürtlerden kaynaklanıyordu. Ne ilginç değil mi?
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler düzeninde böyle bir azınlıkları koruma sistemine yer verilmedi. (Bunun bir eksiklik olduğu ancak doksanlı yıllarda cidden farkedildi. Uluslararası denetim insan haklarının her alanında gereklidir. Yoksa devletler, “Vatandaş benim değil mi? İster döverim, ister severim.” deyip, egemenlik gösteri yapar.) Dolayısıyla Lozan’ın uygulamasının izlenmesi sadece iki uygulayıcı ülkeye kaldı. Yunanistan’ın sicilinin bozuk olduğunu bizim burada söylememize gerek yok. Bütün uluslararası azınlık hakları forumlarında, biraz da Türk diplomasinin sayesinde biliniyor. Yunanistan’ın, AB üyeliği ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorlamasıyla mesafe aldığı görülüyor, ama gidecek daha çok yolu var. Müftü seçiminden, eğitimden, etnik kimlik meselesinden tutun da Ege adalarında yaşayan Türk kökenlilerin azınlık haklarına kadar....
Ancak , “iğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına” deyip kendi sicilimize de bakmamız gerekir. Parlak mıdır? Bazı olayları anımsamak bile istemeyiz. Doğrudur: söylendiği gibi, AB sürecimiz canlıyken önemli ilerlemeler yaptık. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önemli kararlar verdi. Venedik Komisyonun katkısı oldu. (Demek ki daha önce uygulama sorunlarımız daha fazlaymış.) Gene de, ayrıntılara girmeden bir iki hususu dile getireyim. Bizim yetkililere sorarsanız, Lozan sadece Rumları, Ermeniler, Yahudileri kapsar, o kadar. Unuturlar: 1925 yılında imzalanan Türk – Bulgar dostluk antlaşmasıyla (protokolu) Türkiye’deki Bulgar azınlığının da Lozan’dan yararlanabileceği kabul edilmiştir. Ya Süryanilerin durumu? Onları nihayet azınlık olarak resmen kabul edebildik mi? Antlaşmanın 39ncu maddesi ayrı bir konu. Getirdiği dilsel özgürlük standardı bakımından çok ilerici. Ya uygulaması? Anımsatalım: bu madde, dili Türkçe olmayan bütün Türk vatandaşlarını kapsar. Anlatabildim mi? İki ülke arasında bir Lozan’ı Uygulama Konferansı düzenlense kim bilir ne eğlenceli (!) olur.
Cemiyet –i Akvam’ın azınlıkları koruma sistemi, paradoksal biçimde, azınlıklara iyi gözle bakılmadığı bir dönemde kurulmuştu. O dönemin yeni düzeninin kurucularından Wilson, 1919 Paris Konferansında bakın ne düstur buyurmuş: “toprakların, o topraklarda yaşayan ahalinin ırkına, etnik karakterine göre hakça üleştirilmesi.” O dönemin yeni dünya düzeninde uluslar, toprak esasına göre değil, etnik ya da kültürel bütünlük olarak düşünülmüş. ABD ile İngiltere, iki liberal (!) canavar, uygun gördükleri yerlerde, Fransız devriminin öngördüğü vatandaşlığı nerdeyse kavimdaşlığa indirgeyince, yerlerinden oyna(tıla)mayan azınlıkları korumak ihtiyacı ortaya çıkmış. Yunanistan ile Türkiye’nin de bu yeni düzenden soyutlanmaları mümkün olmamış elbette. İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan BM sistemi eşit vatandaşlığı öne çıkarmıştır, zamanla azınlık kavramını da içine alan şekilde. Günümüzün demokrasi ve insan hakları standartları, azınlıklara (ve azınlıkta olanlara) yabancı unsurlarmış gibi değil, yerli zenginlik olarak bakılmasını gerektirmektedir.
Bu çerçevede Lozan antlaşması çağına göre ilerici hükümler içerir. Ancak bugün azınlık hakları hukuku daha da ileriye gitmiştir. Yunanistan Türklerinin çeşitli haklarını korumak bakımından Lozan’ın yanısıra, uluslararası azınlık hakları hükümleri, AB mevzuatı ve Avrupa İnsanları Mahkemesi dayanak oluşturmaktadır. Bütün bu hukuki gelişmeyi, ilgili tarafların, Lozan’ı daha özgürlükçü yorumlamak, uygulamak için bir vesile olarak görmeleri beklenir. Bizim açımızdan, Lozan’ı değiştirmek yerine üstüne koymak gerekir.
Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk matriksidir. Lozan uygulandıkça gençleşir, güncelleşir, her 24 Temmuz’da adeta yeniden doğar.