Geçtiğimiz hafta Suriye faciasının başlamasının 10'uncu yıldönümüydü. Uluslararası kamuoyunda yeterince anımsandığı izlenimini almadım. BM Genel Sekreteri 10 Mart günü bir açıklama yaptı. Suriye konusunun birinci sayfalardan düştüğünü alaylı şekilde belirttikten sonra 10 yıldır neler olup bittiğini başlıklar halinde anımsatmaya çalıştı.
BM İnsan Hakları Konseyinin kurduğu Suriye Bağımsız Araştırma Komisyonu da on yılın özetini içeren ve bugünkü durumu betimleyen ayrıntılı bir rapor yayımladı. Bizim ülkede böyle raporları kim okudu, okur, bilmiyorum, ama "Suriye faciasının boyutlarını anlamak için bu belgeye bir göz atın" derim (A/HRC/46/54). Okudukça insanın tüyleri ürperiyor, dünyaya, insanlığa lanet edesi geliyor. Suriye faciası uluslararası toplumun utanç verici bir başarısızlığıdır. Sadece şunu ya da bunu aptalca suçlamanın bir anlamı yoktur. Sorumluluk kolektiftir. Ancak Suriye'de askeri çözüm peşinde koşanların sorumluluktaki payları diğerlerininkinden daha fazladır.
Rapor bize facianın başlangıç günlerini de anımsatıyor. 14 yaşındaki Thamir Al-Sharee ile 13 yaşındaki Hamza Ali Al-Khateeb'in işkenceyle öldürüldükleri günlere geri götürüyor bizi. Gene o sıralarda 13 Ağustos 2011 günü, Al Ladhiqiyah'da Suriyeli bir subay 2 yaşındaki bir kızı ilerde gösterici olmasın diye öldürmüştü, bir tanığın doğrulanan ifadesine göre. O yıl 256 çocuk yaşamını yitirdi çatışmalarda. O yıldan beri çocuklar gün görmedi Suriye'de. Nüfusunun yarısı yerinden edilmiş, harap olmuş bir ülke. 10 yıldır insan hakları felaketi yaşanıyor Suriye'de. İhlal edilmedik insan hakları ve insani hukuk kuralı kalmadı. Onlarca kez kimyasal silah kullanıldı. Tarafsız BM Bağımsız Araştırma Komisyonu Suriye'deki iç aktörlerin ve Suriye'ye dışarıdan burnunu sokanların hepsinin ihlalci olduklarını kanıtlarıyla açıklıyor.
On yıl önce Suriye'de neler olduğu geçen hafta Türkiye'de de pek anımsanmadı. Avrupa Birliği Parlamentosu geçtiğimiz Cuma günü Suriye konulu bir karar kabul etti. Türkiye ile ilgili olumsuz paragraflar da içeren bir karar. Bu paragraflara hemen tepki verildi, ama on yılın kanlı tarihine atıf yapılmaksızın. Doğru dürüst bir açıklama hiç yapamayacak mıyız? İnsan önce onuncu yıldönümü dolayısıyla bu kadar ayrıntılı bir kararın kabul edilmesini selamlar, mülteci konusunda Türkiye'ye yönelik takdir ifadelerini not eder, Türkiye'nin yürüttüğü politikayla ilgili ifadeleri de rasyonel bir üslupla eleştirir. Haklıysak herkes görür. Bu vesileyle, bizim bir Suriye vizyonumuz varsa onu açıklarsın, varsa elbette.
Var mı bir Suriye vizyonumuz? Bizim açımızdan Suriye sorunu YPG/SDG'ye indirgenmiş görünüyor. Bu yapılanmaları bizim dışımızda hiç bir gücün terörist olarak görmemesi de işimizi kolaylaştırmıyor. Hele ABD'nin tavrı! Suriye Kürtleri konusunda ABD ile ortak bir anlayışa varabileceğimize dair bir işaret var mı? Peki, Astana sürecinden karşılıklı birbirini idare etmek dışında ciddi bir beklentisi olan kaldı mı? Son toplantının ortak bildirisini gördük. Dişe dokunur öğeler içerdiğini söylemek güç.
Astana sürecini gözlemci olarak izleyenlerden BM Genel Sekreteri Özel Suriye Temsilcisi 9 Şubat günü bir basın toplantısı yapmıştı. Söylediklerinden anlaşılan, Anayasa Komitesi çalışmalarında da, yani toplu çözüm yolunda ciddi ilerleme kaydedilmediğidir. Bu da Suriye'nin geleceğine ilişkin umutları azaltan ya da erteleyen bir durumdur. İlgili taraflar bu durumdan çıkmayı, soruna ortak bir çözüm bulmayı istiyorlar mı? O da belli değil. Esad cephesi İdlib meselesini halletse iyice rahatlayacak. Esad kendisinin yönetemeyeceği bir bütün Suriye yerine iktidarını sürdürebileceği yarım Suriye'yi tercih eder. Öte yandan, Kürtler Rojava'da ayrı yönetim denemesini sürdürüyor. Bizim dışımızda kimsenin bundan büyük bir rahatsızlık duymadığı görülüyor. Suriye'de bir bölünmüşlük hali sanki statükoya dönüşmüş gibi. Büyük çatışmalar ve nüfus hareketleri olmadıkça dış dünya da eskisi gibi yakından izlemiyor, yavaş yavaş unutuyor Suriye'yi. İşlenen suçlar da yapanların yanına kalıyor, çoğunluğun umrunda değil sanki. Yaşasın insanlık (!)
Böyle bir statüko Türkiye'nin lehine midir? Suriye sorunu çözümlenmediği sürece sırtımızda siyasal ve askeri büyük bir yüktür. Uluslararası hukuk açısından bir yüktür. Ayrıca, Ülkemizde 4 milyona yakın Suriyeli bulunuyor. Gerekli koşullar oluşmadığı gerekçesiyle kendi ülkelerine dönmezlerse on yıl içinde buradaki nüfusları iki misline çıkabilir. Ülkemizde yaşayan Suriyelilerin ekonomik ihtiyaçlarını, ilerde ortaya çıkabilecek Arapça kullanma, eğitim görme taleplerini karşılayabilecek miyiz? Suriyelileri vatandaş yapıp iktidara oy vermelerini sağlama planlarından söz edenler görüyoruz. Eğer bu da olursa Suriye sorununun bize sosyal ve siyasal maliyeti iyice artar, toplumda huzursuzluk artar. Bütün bunlar, Suriye sorunun bir an önce halledilmesinin ve çözümsüzlüğün çözüm gibi görülmemesi gerektiğinin bizim açımızdan önemini göstermektedir. Durumun böylece sürüp gitmesi sorunun diğer iç ve dış taraflarından çok bizim aleyhimizedir.
Ancak şu soruyu soranlar vardır: Suriye sorununu Türkiye'nin başına saranlar aynı sorunu çözebilirler mi? Bu sorunun yanıtını takdirinize bırakalım. Şunu vurgulayalım: Türkiye'nin YPG / SDG konusunun ötesine geçen, Suriye sorununu bütün bir olarak kavrayıp uluslararası camiayı diplomatik açıdan hareketlendirecek yeni bir yaklaşım geliştirmesi şarttır.