Karşısına Bayern Münih çıkmasaydı Beşiktaş, belki bir, kuraya göre elbette, hattâ iki tur daha gidebilirdi. Münih’teki talihsiz sonucun İstanbul’da da yinelenmesinden korkuyorduk. Gene tatsız bir skorla bitti maç, ama bu kez Beşiktaş görece daha iyi oynadı. Maçtan sonra Beşiktaş’a bize bu tura kadar yaşatmış oldularından dolayı teşekkür ettik. Taraftar alkışladı. Beşiktaşın vefakâr taraftarını da Bayern Münihli futbolcular alkışladı. Bayern Münih’in antrenörü hem takımımızdan, hem de taraftarından övgüyle söz etti. Biraz teselli bulduk.
Aklıma şanlı Plevne yenilgisi geldi. Gazi Osman Paşa ve askerlerinin savunması dillere destan olmuştu. Galipler Paşamızı hem takdir, hem de taltif etmişlerdi. Bu olay Avrupa’da o zamanın ölçülerine göre manşete taşınmıştı. Zamanın sultanı da Paşa’yı tebrik etmişti. On yıllar, yüz yıldan fazla geçti. Bu olay, özellikle futbol alanında güçlü Batı takımlarına karşı rezil olmadan, iyi oynayarak yaşadığımız yenilgilerin bir alegorisi, bir teselli kültürü haline geldi.
Avrupa’nın üst düzey takımlarıyla aramızdaki mesafeyi kapamadan bu tür avunmalardan medet ummamız bitmeyecek. Kolay kolay kapanmaz o mesafe. Bizim takımlara bakın. Oynayanların çoğu ikinci sınıf ya da yaşlı yabancı. Kaliteli Türk oyuncularının da çoğu Almanya’da, Batı Avrupada yetişmiş. Mili takımda da Batı Avrupa kökenliler ağırlıklı. Türkiye’de doğru dürüst futbolcu pek az yetişiyor.
1950’lerin ortalarında Puskaşlı Macaristan bir fırtına gibi esmişti. Arkası gelmedi. Biz de öyle bir dönem yaşadık. Galatasaray’ın, mili takımın başarılarıyla sevindik. Bizimki de, o dönemin nesli futbolu bırakınca biten geçici bir rüzgâr imiş. Sorun kalıcılığın nasıl sağlanabileceğinde...
Sorun, aslında, yalnızca futbolda değil, sporun hemen bütün dallarında. Bizim yerleşik hayatımızın olağan parçası haline gelmiş bir spor kültürümüz yok. Gençkken kısa bir süre yurt dışında okumuştum. Sporun eğitim sistemine nasıl entegre edildiğini, okul hayatıyla sportif hayatın birbirini engellemeden nasıl yürütülür hale getirildiğini imrenerek görmüştüm.
Oralarda insanlar sporu spor olduğu için yapıyorlar. Sporu, yetişimin, eğitimin vazgeçilmez bir yönü olarak görüyorlar. Spor yapma imkânları yaratma konusunda devletler, yerel yönetimler aktif. Çocuklar, gençler eğilimlerine göre spora rahatça yönelebiliyorlar. Ne kadar ileri gidecekleri kendilerine, koşullarına bağlı, ama genel bir spor kültürü yerleştirilmiş, yaşatılıyor.
Bizde öyle mi? Cumhuriyet’in spor kültürünü geliştirmek için kurduğu halk evlerinin de değerini bilemedik. Şimdiyse çocuklarımızın, gençlerimizin spor yapmak olanaklarının geniş olduğunu söyleyemeyiz. Çoğunluk AVM’lerde, bilgisayar başında, acayip Türk dizilerinin seyrinde. Aile kültürümüzde spor merakı çoğunlukla televizyonda seyretmekle sınırlı. Ayrıca spor eğitimi almak çoğu kez paralı kesimin harcı.
Zaten spor deyince çoğumuzun aklına futbol geliyor. Futbolun kitleleri neden çektiği başka bir mesele. Bizde futbol merakı spor yapma isteğini aşan bir şey. Antrenörlerin, üst düzey futbolcuların milyonlarca avro kazandığını görüyorlar. Futbolu para kazanmak, toplumsal basamaklarda yükselmek, ünlü olmak için bir araç olarak algılıyorlar. Futbol dışında ilgi çeken spor dalı da sayılı. Bir futbol adamımız da benzeri şeyler söylemişti. Bizde spor spor için değil, başarıya giden yol olarak görüldüğü için yapılmak isteniyor. Ya gövdemizin, zihnimizin spor ihtiyacı? “Sus, olur mu öyle şey, otur dersini çalış!”
Spor kültürünü geliştiremeyen toplumların sağlıklı olabilecekleri söylenemez. Biz bu işi beceremezsek daha çook şanlı yenilgiler yaşarız. Bir kaç spor dalında özel atılımlar, tesadüfi dönemler dışında da Türkiye’nin esamesi okunmaz.