Korona’yı kura kura, başımıza gelebileceklerden korka korka geçiyor günlerimiz. Gördüğüm kadarıyla herkes, gece yarısına doğru gelecek tweet'i bekliyor, vaka sayısı, özellikle ölü sayısı kaça çıktı diye öğrenmek için. Bu bilgilenmeye öbür taraf açısından bakabiliriz. Herhalde Azrail de öbür tarafa bildiriyordur bu sayıları. Doğrusu, Azrail’in gece yarısı tekmil veriyor olduğunu düşünmek iyice sinir bozucu. Korku filmleri geliyor aklıma.
Davide Carradine ile Sylvester Stallone’nin oynadıkları 1975 yapımı Ölüm Yarışı 2000 özellikle aklıma geliyor. Distopik temalı bu filmde hızlı sürücüler ne kadar yaya ezerlerse o kadar puan kazanırlar. Bu arada yaşlıları ezince bonus alırlar. Yaşlılar kurtulunması gereken ayak bağı olarak görülür. Dünyada fazla örneği olmadığı anlaşılan şu bizim 65 yaş ve üstü uygulaması da ilginç eğilimleri ortaya çıkardı, doğrusu. Birkaç ay önce bir otobüste bir genç ile yaşlıca bir beyin ağız dalaşına tanık olmuştum. Genç "sus, zaten bir ayağın çukurda" dedi. Tepki gösterildi elbette. Son olaylar bu tür gençlerin az olmadığını ortaya çıkardı. Böyle gençlere neyi, nasıl emanet edeceksin? Aldıkları eğitimi de görüyoruz Koronavirüs vesilesiyle. Üstüne üstlük, yetkililerin "yaşlılar"a (!) hitap şekilleri de çok ilginç. Sanki, bağışlayın, Darülazece’de nutuk atıyorlar. Bu söylemi, siyasilere, yaşı 65’i aşmış yöneticilere de çekseler ya! Bir türlü nerede, ne zaman, nasıl davranılacağını, konuşulacağını bilemiyoruz.
Bir de, "Biz dünyadan daha iyi durumdayız. Bilmem kaç ülke bizden yardım istedi. Bizim gibi Koronavirüs'e kafa atan yok" söylemleri, üst yöneticilere yağ çekmeler yok mu? İyice sinirleniyor insan. Ne diyelim? Daha kötüsünü görmeyelim diye dua etmekten, herkes gibi önlem almaya çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. İşsizlik fonundaki paralar ne oldu? Fırsat bu fırsat, kanal ihalesi yapmak etik mi? Libya’daki tosunlara, S- 400’lere verilen paralarla daha fazla maske, ilaç satın alınamaz mı, gibi nice soru da geliyor aklımıza, ama... Boşuna... Hastaya müşteri diyen bir sağlık sistemi tamamen olmasa da kuruldu ülkemizde; alan memnun, veren memnun, anlaşılan...
Bu arada, Aydın Milletvekili Aydın Sezgin’in cuk oturan benzetmesiyle gittikçe peşaverleşiyor İdlib. Mazallah, bir de orada patlarsa Koronavirüs! Bugünlerde korkunun bini bir para.
Dünyada da işler genel olarak iyi gitmiyor. Virüs yayılırsa Afrika’ya, iyice bir kıyamet uyarısına dönüşebilir bu salgın. Uluslararası işbirliğini olması gereken düzeyde görmüyorum. Bence, BM Genel Sekreteri, salgını başlangıçta küçümseyen Trump’tan önce bu konuda içerikli konuşmalar yaparak uluslararası kamuoyunu ve liderleri yönlendirmeye çalışmalıydı. BM Güvenlik Konseyi bir şeyler yapabilmeliydi. Şimdilerde BM sistemi içinde bir toparlanma görülüyor. Umarız, bir uluslararası işbirliği ortamı yaratılabilir. Bu, hem salgını önlemek hem de salgın sonrası dönem için önemlidir. Çünkü uluslararası, bu arada AB gibi bölgesel sistemler çalışmazsa, salgından sonra ülkelerin daha dışa kapalı, otoriter, disiplinli yönetim şekillerine yönelmeleri olasılığı gün geçtikçe güçleniyor.
Salgının insanlarda dayanışma duygularını güçlendireceği düşünülüyor, ama salgına gıda sıkıntısı eşlik etmeye başlarsa dayanışma duyguları ne kadar canlı kalır, bilemiyorum. Birkaç hafta önce bir markette makarna için insanların nasıl yarıştıklarını ilgiyle seyrettim. Gıda tedarikinde süreklilik sağlanması yönetimlerin salgınla mücadelenin yanısıra en önemli görevi olmalı.
Bugünlerde, dünyanın hemen her yerinde sorumlu, bilinçli bireylere, yurttaşlara ihtiyaç duyuluyor. Bu tür salgınlar ya bireylerin sorumlu, bilinçli işbirliğiyle aşılır, ya da üstten denetimli askeri disiplin sağlanarak. Dolayısıyla salgının nasıl aşılacağı yarının toplumunun yapısı açısından da belirleyeceği olacağa benziyor. Bunu düşünürken, insanların hak ettikleri gibi yönetildikleri yönündeki sözleri de unutmamak gerekiyor elbette.
Yöneticilerimiz de hiç olmazsa kolonyalarımızı unutmasalar...