Sayın Dışişleri Bakanımız Kaşıkçı cinayetinin aydınlatılması bakımından Türk – Suudi işbirliğinin istenilen sonucu vermediğini, uluslararası bir soruşturma gerektiğini söylemiş.
Kaşıkçı olayı basına yansıdığı andan beri en doğru yolun uluslararası soruşturma olduğunu söyledim, yazdım. Önce kayıp şahıs, sonra yargısız infaz kategorisine giren bu olay doğru yoldan gidilseydi çoktan büyük ölçüde aydınlatılmış olurdu.
Bizimkiler bunu bilmiyor muydu? Biliyordu elbette. Ancak bazı yorumlara bakılırsa, bu olayı öncelikle hukuki bir konu olarak ele almakla yetinmeyip, dış ilişkiler ve dış politika açısından bir fırsat olarak da değerlendirmek istediler.
Nitekim, bu olay nedeniyle dünya basınında daha çok adımız duyuldu.
Bu çerçevede haktan, hukuktan yana bir görüntü yaratmak istedik. Gel gelelim, bu alanda görüntümüz o kadar tatsız ki birçok yorumcu bu olayı bizim ifade özgürlüğü sicilimizi hatırlatmak için vesile olarak kullanmaya yöneldi.
Bu arada, şu tapeler olayı hukuk açısından hiç iyi olmadı. Basındaki haberlerden anladığımız, MİT Suudi Başkonsolosluğu’nun içini dinlemiş. Bu tür izinsiz dinlemeyi hiç bir mahkeme kanıt olarak kabul etmez. Ayrıca bu tür dinlemelere “espiyonaj” filân denmez mi? Türkiye’deki bütün yabancı temsilcilikler ve onların hükümetleri “Bizi de gizlice dinleniyor olabilirler” diye düşünmez mi? Böyle şeyler ulu orta konuşulmaz, dillendirilmez. Bütün bunlar devletler arası gizli kapaklı ilişkiler bakımından Türkiye’ye olan güveni sarsmaz mı?
Olayı Orta Doğu’ya ağırlığımız hissettirmek ve Suudi Arabistan’ı sıkıştırarak hem ikili hem de bölgesel düzeylerde bu ülkeyle aramızdaki kuvvet ilişkisinde puan kazanmak için kullanmaya çalıştık.
Bugüne kadar Suudi Arabistan’dan bir şeyler alabildik mi? Bilemeyiz. Ancak, hedefimizin ünlü Veliaht Prens olduğu apaçık. Eğer Kralı, oğlunu en azından ekarte etmeye zorlayabilseydik bölgedeki kuvvet rekabetinde büyük başarı kazanmış, bir çok çevrenin gözünü korkutmuş olacaktık. Olmadı. Bizim Kaşıkçı olayını oyuna çevirdiğimizi öne süren münasebetsizler ortaya çıktı.
Uluslararası soruşturma komisyonu kurmak için diplomatik gücümüze güveniyorsak, yol hâlâ açık. BM Genel Kurul’dan bir karar çıkart, bakalım. BM İnsan Hakları Konseyinden de karar çıkartılabilir (Bir zamanlar Mavi Marmara konusunda çıkartmıştık.). Bu arada, anılan Konseyde Uygurlarla, yani Kaşgarlı Mahmut ile Yusuf Has Habib’in torunlarıyla ilgili olarak Batılı ülkeler kadar bile ses çıkaramadığımızı üzüntüyle not ettiğimizi vurgulayalım. Bir de dönem başkanlığını yaptığımız İslam İşbirliği Teşkilatı var. Unutmayalım. Hadi bakalım!
Daha olayın başında bir uluslararası komusyon kurulmasına yönelseydik, Suudi Arabistan bunu gene reddebilirdi. Ancak o zaman cinayetin işlendiği başkonsolosluğun bulunduğu ülke, yani ev sahibi ülke olarak elimiz hem hukuki hem de siyasi açılardan çok daha serbest ve güçlü olurdu. Ulaşmak istediğimiz bazı dış politika hedeflerine ulaşmamız bile daha kolaylaşırdı.
Bundan sonra olay nasıl gelişecek, göreceğiz. ABD, Fransa, İngiltere gibi ülkelerin Suudi Arabistan ile ikili ilişkilerine, bu ülkenin İsrail ile ittifakına ve kapitalist düzen içindeki önemine öncelik verdikleri açık. Ancak hukuk ve insan hakları değerleri açısından kamu oyu baskısı altındalar. Henüz tam bir çıkış yolu bulunamadı. Sonunda cinayetin sorumluluğunu uygun bir kurbana(!) yüklemek ve veliaht efendiyi de zaman içinde dinlenmeye almak gibi bir yol bulunabilir.
Biz bu olay üzerinden bir şeyler kazanmaya çalıştığımız izlenimini siler, olayın üzerinde sırf hukuk açısından yoğunlaşırsak uluslararası ağırlığımız bakımından daha yararlı olur.