Ahmet Hamdi Tanpınar 20'nci yüzyılın en önemli Türk yazarı ve aydınıdır. Onyıllardır karıştırırım kitaplarını, anladığım, aklımın erdiği kadar bir şeyler yazarım da okuduğum metinleri üstüne. Sağlığında biraz kenara itilmiş olan Tanpınar günümüzde çok popüler, dahası moda. "Bu kadarı da fazla" deyip Tanpınar'a huzur verilmesi çağrısı yapmıştım. Gel gelelim, o bana hiç huzur vermiyor ki! Yazdıkları kafamın içinde dönüp duruyor.
Geçenlerde bir kez daha güncesini ve mektuplarını karıştırıyordum. Bu kez siyasetle ilgili düşüncelerine takıldım. Tanpınar ömrü boyunca siyaset konusuyla ilgilenmiştir. Romanlarında, işlediği konuların gereği olarak siyasal tarihimizin yansımaları görülür. Denemelerinde de yerine göre ele alır siyasal tarih olaylarını. Kendi siyasal düşüncelerini çıplakça doğrudan dile getirdiği metinlerse güncesiyle mektuplarıdır. Demokrat Parti (DP) yönetimini hedef alan düşüncelerine birçok mektubunda rastlarız. Özellikle 27 Mayıs darbesinden sonra tuttuğu günlüklerde siyasal fikirlerini açıkça okuruz. 27 Mayıs günü Paris'tedir. Ülkeye döndükten sonra Ankara'ya durum değerlendirmesi yapmaya da gider. Eylül 1960 tarihli bir mektubunda şu tümceler ilginçtir: "Dün Mülkiye'de idim. Hikmet Çetin diye bir genç bana 28 Nisan hadiselerini anlattı. Çocuk da, ben de aynı heyecan içinde idik." Tanpınar, 27 Mayıs darbesini o dönemin birçok aydını gibi desteklemiştir, hem de aşırı ölçüde. Güncesinde "Demokrat Parti'nin zulmü"nden söz eder ve "bütün memleketi üstlerine geçireceklerdi nerdeyse" der. Gel gör ki, ülkeyi "Adnan Bey'den, bütün bir çeteden kurtarmış olan" dediği darbe yönetimi onu, daha nice aydını kısa sürede düş kırıklığına uğratır. Bu dönemde siyasal fikirlerini, ileride okunacağını varsaydığı güncesine daha önce yapmadığı açıklıkta ve ölçüde döker.
Milli Birlik Komitesi rejiminin sürmesine karşı "Şimdilik kalkınmacı bir demokrasiden başka çaremiz yoktur. Normal siyasî hayat." düşüncesini savunur. "Türkiye her ne pahasına olursa olsun sanayileşmeye mecburdur." der. Ülkenin bir Doğu – Batı birleşimi (sentezi) halinde Avrupalılaşmasından yanadır: "Biz Avrupalılaşacağız. Fakat Asya - yı Sagra'da oturan Türk milleti olarak. Ve kitle hâlinde Avrupalılaştığımız nispette Avrupalılaşacağız. Kitle hâlinde değişmek. İşte bütün mesele. Bunun da tek yolu var: Sanayileşmek, müreffeh olmak. O zaman bayramlar da, ramazan da hoşumuza gider. Çünkü kendimize mahsus bir hayat yaratmış oluruz. Yahut da kalkarlar. Fakat nasıl kalkacaklar? Nasıl sade Noel'le iktifa ederiz? Dünyanın en güzel karnavallarını buradan yaysak, yine birisi tatmin etmez. İçimiz dargın kalır. Birkaç kızışmış kadının kıçını sallama hevesi bir medeniyeti tamamıyla içimizde öldürebilir mi?" (18 Mart 1961)
Tanpınar Ocak 1960'da Paris çıkışlı bir mektubunda Avrupa birliği fikrini de destekleyerek vurgulamıştır, umutsuzca olsa da: "Türkiye'nin dertlerini biliyoruz. Çorap söküğü gibidir. Çarelerini bulmak güçtür. Hiç olmazsa bizim gibi onu tarihiyle alanlar için, Avrupa'nın halini görüyorum, şark hegemonyasına karşı takındığı vaziyete bakıyorum ve içim ürperiyor. Tek ümidimiz bir Avrupa birliğidir, onu da ne Amerika, ne İngiltere, hatta ne de Rusya ister. Fransa'da da bu fikrin etrafında büyük bir hareket yok."
Tanpınar'ın ele alıp işlediği konular arasında sayılmaz ama, gene mektuplarında ve güncede, ülkede Türk – Kürt ve Sünni – Şii çatışmaları çıkması korkusunu okuruz. Mehmet Kaplan'a muhatap 31 Aralık 1958 tarihli mektubunda "Bana kalırsa Atatürk sistemi hepsinden iyidir" kesinlemesinden biraz sonra "Çok korkarım, günün birinde Sünnî – Şiî kavgası yine uyanacak." tümcesini yazar. "4 Mart 1961 günlüğünde, Irak'taki olayların Türklerle Kürtler arasında olduğunu yazar. Ekler: "Türkiye nüfusunun yüzde sekizi hiç olmazsa Kürttür. Yahut Kürtçe konuşur. Dahili harbe mi gidiyoruz?"
Tanpınar geçmişten bugüne uzanan bir eleştirel yaklaşım sergiler güncesinde: "Fatih'ten sonra İstanbul'da en aşağı 20 bin İtalyan vardı. Birkaç yüz Fransız. Amele, mimar çalıştırdık. Saltanat kayığına köşk yapmıştık. Fakat ne sanatta ne de fikirde faydalanmadık. Babinger belki de yalnız burada haksızdır. Çünkü Fatih hiç olmazsa bir iki resim yaptırır. Osmanlı sadece emri altındaki milletlerin iyi tarafını alsaydı. Gerçek şehirli, müessis olsaydı Türkiye değişirdi. Sevilmeden, kendisini sevdirmeden yaşamak ne hazin şey... Tanzimat'ta vakit çok geçmişti." Tanzimat ve sonrası Tanpınar'ın uzmanlık alanıdır. Romanlarında Kırım Savaşı döneminden 1960'lara kadar uzanan süreci ele almıştır. Romanlarından olumlu bir Türkiye imgesi çıkarmak güçtür, ama bu eleştirel konumlanma Cumhuriyet devrimine karşı olduğu anlamına gelmez. Tersine:
"Atatürk sistemi en iyisidir" dediğini yukarıda belirttiğimiz Tanpınar, İsmet İnönü hayranı ve CHP'lidir. Ancak İnönü ile CHP'yi ayrı ayrı değerlendirir. Daha önce de yazmıştım: Huzur romanının sona doğru bazı bölümleriyle İnönü'ye ilişkin düşüncelerini yan yana getirirseniz, Tanpınar'ın, İnönü'yü Türkiye'yi ikinci Dünya Savaşı'nı sokmayarak felaketten kurtarmış bir önder olarak gördüğü anlaşılır. 1960 yılında, 27 Mayıs darbesinden sonra "Onun elini öperken Orhan Gazi cinsinden bir adamın elini öpüyorum, sandım" diyecek kadar sever İnönü'yü. Ne ki, CHP'ye aynı sıcak duygularla yaklaşmaz. 16 Ekim 1961 tarihli günlüğünde "Halk Partisi'nin kabahatleri" diye başlayan uzunca bir bölümde CHP'ye yoğun eleştiriler yöneltir. Elbette, İsmet İnönü'yü ayrı tutar: "Niçin İsmet Paşa'yı seviyorum. İsmet Paşa'yı kendisi için. İnandığını yaşadığı için ve fikirlerine sadık olduğu için seviyorum. Hizmetleri: istikrar, parada istikrar, İkinci Harb'e girmemek, namusluluk ve ayırca münevverdi. Seviye adamıydı! Hâlâ ümidim ondadır."
Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi'nin (YTP) seçimleri kazanmasından hemen sonra kaleme alınmış bir bölüm. Kendisi de CHP'li olduğuna göre bu bölüm bir CHP'linin özeleştirisi olarak da okunabilir. Her CHP'linin bugünün koşullarında da mutlaka okumasında yarar gördüğüm satırlardır bunlar. Ben Saatleri ayarlama Enstitüsü'nün yazarını görüyorum bu satırlarda. Cumhuriyetçi ama Cumhuriyet'in eksikliklerini, başarısızlıklarını görebiliyor. Çünkü gerçek Cumhuriyetçi. Cumhuriyet'in ancak bu eksiklikleri giderek, kendini aşarak ve geçmişten kopmadan ilerleyebileceğini düşünüyor. Ne var ki, DP'nin bunu yapamadığı gibi yeni yönetimin de yapamayacağı kanısındadır. Birkaç paragraf önceki İsmet Paşa umudunu da yitirmiş görünür. 1959 yılında Paris'ten bir mektubunda "Memleket işleri hakikaten acınacak hâle girdi. İstikbal için ümit bırakmıyor." demişti. O umutsuzluk duygusuna dönüş yapar: "Bakalım yeniler ne yapacak? Hiçbir ümidim yok. Sadece mucize bekliyorum." Ben de, altmış yıl sonra, "Yahu, nerede kaldı şu Mucize Hanım?" diyorum.
Ne ki, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki alaysama görülmez Tanpınar'ın güncesinde. Toplumun değişebileceği konusunda ironiyi de unutacak ölçüde karamsardır Tanpınar. Kendi siyasal konumunu betimleyip değerlendirmesi de nerdeyse trajiktir. 27 Ağustos 1960 günlüğünde "Ben ne sağdanım, ne de komünist veya declaré sempatizanıyım. Sadece demokratım, mümkün olursa, demokrat sosyalist bir teşekküle girerim ve memnun olurum." der. Tanpınar'ın sol düşünce akımlarıyla büyük ölçüde içli dışlı olduğu sonucunu metinlerinden çıkaramıyorum. SSCB solculuğuna karşı olduğunu anlıyoruz. İspanya iç savaşını yanlış algılaması sonucu otuz yaşlarından "mutedil şekilde faşistliğe meyyal olduğum bir devirdi" söz ettiğini de güncesinde okuyoruz. Siyasal açıdan bir evrim olduğu anlaşılan ömrünün sonunda kendini demokrat sosyalist yönde göstermesini, doğrusu ben sevinerek not ettim. Tanpınar'ı, geçmişe sahip çıkması, dil devrimini benimsememesi, ünlü devam kuramı* gibi nedenlerle tutucu kanatta gösterme çabalarına böylece kendisi açık bir yanıt vermiş oluyor. Ekliyor: "Sağlarla beraber değilim, çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmağa, içimizden doğru yutmağa hazırdır." Dahası var: "Yine sağcılığa geliyorum. Sağcı olmak çok güç, hatta imkânsız. Evvelâ memleketimde en cahil ve budala insanlar sağcı. Yahut da aşikâr şekilde hain ve ahlâksız." Tanpınar'ın sağla ilgili bu ağır sözlerini okuyunca solcular sakın sevinmesin. Onları da unutmuyor Tanpınar: "Sola gelince! ... Yarabbim bizde solcu muharrir, solcu şair, genç şair, sol adam, ileri adam, zühd, hamakat, cahillik. Ve hepsinden beteri yeni dil. Devrik cümle, (Tanpınar'ın dil anlayışına başka yazılarımda ayrıca değinmiştim. O.D.) tarihi inkârdan beter olan tarihi bilmemek. Hiç kültürlü olmamak. Ne sağcı. Ne solcu..." Özetliyor: "Sağcının ahmaklığı, solcunun cehaleti ve taassubu." Konuyu işlemeyi sürdürüyor: "Türkiye'de her şey politika mücadelesi. Ben ise eserimde hakiki Türk politikasını görüyorum. Sağ taraf beni kâfi derece kendisinden, kâfi derecede inhisarcı, kâfi derecede cahil görmüyor. Sol bana düşman!" Türkiye'nin hem sağına hem de soluna çatan bir aydının yazgısı ne olur? "O hâlde? Sadece entelektüel ve yalnız başıma..."
Yaşarken anlaşılmamaktan yakınırmış Tanpınar. Çok okunduğu bugünlerde anlaşılıyor mu? Onun neden yalnız kaldığı anlaşılabiliyor mu? Bilemiyorum. Tanpınar, CHP, DP ve 27 Mayıs sonrası iktidarına muhalif görüşlerini mektuplarıyla güncesinde saklı tutmayıp kamuya açıklasaydı, karamsar kalsa da vicdanı daha huzurlu olmaz mıydı? Belki üniversitedeki konumu nedeniyle yapamadı bunu. Onu da bilemiyorum, ama bugünümüzü anlamak bakımından da önemli görüyorum okuduklarımı. Sen çok yaşa Tanpınar, doğrularınla, yanlışlarınla!
Az kaldı unutuyordum! 25 Mart 1959 günlüğünde Tanpınar bitiremediği son romanının kahramanı Selim'e söyletmek istediği birkaç tümceye yer vermiştir. Bunlardan ilki şöyledir: "Bir cemiyet için en büyük felâket bir rejimin veya zümrenin kendi kendisini zarurî ve esas addetmesidir."
Böyle bir felâket varsa karşınızda, ne kadar karamsar olursanız olun, kendinizi ne kadar yalnız görürseniz görün, susmamak gerekir. Ülkesinin gidişi hakkında konuşmak, görüş bildirmek yurttaşlık görevidir, yoksa ne vicdanınız ne de zihniniz huzur bulur.
* Mehmet Kaplan'a Paris'ten yazdığı 27 Temmuz 1953 tarihli mektubunda Tanpınar, başka yazılarımda ayrıntılı işlediğim "devam" kavramından ne anladığını güzel ve sade bir şekilde tanımlar: "Maalesef mazi bir sistem! Sen ve ben, onun zihniyetini değil, haklarını ve şiirini, bugünkü hayaat manevî destek olabilecek taraflarını ayıklayabiliyoruz. Ve diyoruz ki, şu hadlerde kalmak şartıyla maziyi bugünle birleştirelim, devamı kuralım! Bir inkârda yaşamayalım."