Ülkemizde bir kesim Batı kültürüyle sürekli çekişme halinde yaşarlar. Batı'dan bir bilim adamını anarsanız, yüzyıllardan öncesinden bir ismi getirip “Esas büyük o, o olmasaydı... “ diye başlarlar. Batı müziği dediniz mi, ”esas bizim müzik...”, başka bir konu açtınız mı, gene aynı yanıt....Hayatın hemen her alanına yayılır gider bu karşılaştırmalar... Geçmişte Batıdan üstün olduğumuzu, hattâ Batı’nın bugünkü üstünlüğüne yola açan bir sürü buluşun, fikrin bizden kaynakladığını göstermeye çalışır dururlar. Aslında ölçüyü karışmazsınız, geçmişimize sahip çıkmak, geçmişimizle sıcak bir ilişki kurmak bakımından yararları olan bir tavırdır bu..Ne var ki, çoğu kez ölçü kaçar, Batı kültürüne düşmanlık başlar.
Karşı tarafta da bir kesim vardır, geçmiş kültürümüzü bugünkü uzantılarıyla birlikte küçümser. Her alanda Batının üstünlüğünü kabul eder, örnek alınmasını ister. Bu çizginin de, eleştirel bir değerinin olduğun kabul etmek gerekir; hele klasik kültürümüzde özeleştiri öğesinin zayıflığını göz önüne alırsak. Ancak, bu çizgide de ölçüyü kaçırırsanız, kültürünüzü kökü olmayan bir ağaca dönüştürürsünüz.
Bence doğru çizgi, Ahmet Hamdi Tanpınar’da gördüğüm cumhuriyetçi çizgidir. Bir yandan, geçmişini küçümsemeyip iyice öğreneceksin, ona, başta olumlu güzel yanları olmak üzere sahip çıkacaksın ( Olumsuz yönlerine de sahip çıkacaksın ki, nerden nereye gelmişiz, görelim, özeleştiri yetimiz gelişsin.) ; öbür yandan, özellikle Rönensans’tan beri Batı’nın, ister bilim, sanat alanlarında, isterse bireysel, toplumsal yaşama alanlarında olsun, sağladığı evrensel nitelikteki ilerlemeleri, değerleri benimseyeceksin. Bunu yapamazsan, birinci kesimde görüldüğü gibi, geçmiş taklitçiliğine, ya da, ikinci kesimde görüldüğü Batı taklitçiliğine düşersin. Gereksiz çekişmelerle zihnini yorarsın.
Yukarıda değindiğim birinci kesimin bugünün iktidar tabakasında kuvvetli şekilde temsil ediliyor. 150 -200 yıllık modernleşmenin hesabını sormaya kalkışıyorlar, Cumhuriyeti ve kazanımlarını küçümsüyorlar. Althusser’in deyimiyle, “yumuşak ideoloji” yöntemlerini kullanarak, sanki Osmanlı dönemi cennetmiş de Cumhuriyetçiler gelip yıkmışlar fikrini halka aşılamaya çalışıyorlar. Bunun için hayali, kitsch bir Osmanlı imajı yaratıyorlar. Her fırsatta, kafalarındaki hayali Osmanlı’nın intikamı almaya çalışıyorlar.
Ancak, son zamanlarda bu kesimde nitel bir değişiklik görüyoruz. Karşı taraf olarak bellediklerine, Leyla Gencer’den Fazıl Say’a, Yavuz Çetin’e, Nuri Bilge Ceylan’a kadar nice ismi unutarak, “siz, opera, sinema, müzik sanatçı yetiştiremediniz” gibisinden yükleniyorlar. Müthiş bir şey(!) “İcabında biz, sizin yapamadığınızı yapar, Batı sanatlarını batılıdan daha iyi yapacaklar kişiler de yetiştiriz” şeklinde bir iddianın dile gelişi (mi?). Ayrıca, Batı'ya, Batı'dan etkilenlenenlere meydan okumanın yeni bir aşaması. Hadi bakalım! Bu yeni söylemin esin kaynağı belki de II. Abdülhamid’in Klasik müzik ve opera sevgisinin anımsanması. Belki de oy kaygısı. Herhalde yeni opera binası bu iddianın somut dışa vurumu olacak; aynı zamanda yerli bir hesaplaşma operetinin yeni sahnesini oluşturacak.
Başlangıçta, 31 Martta bastırılan eğilimin simgesi olarak görülen Topçu Kışlasının yeniden yapılacağını, Cumhuriyet kültürünün simgesi olarak görülen AKM’nin de yıkılacağını işittik. Topçu Kışlasının yıkılması bana göre yanlış olmuş. Mimari açıdan oranyalist tarzda acayip bir yapı imiş, anlaşılan. Ancak tarihsel niteliği nedeniyle korunmasını ben tercih ederdim. 31 Martta olanlardan dolayı bir simge haline getirilmesi de büyük bir yanlış. Nitekim, toplumu geren gereksiz bir çekişme konusu oldu. AKM binasına gelince, oradaki ilk etkinliklerden biri, yanılmıyorsam, 1969 yılındaki Dünya ticaret odaları kongresiydi. Yabancı dil bilen birçok öğrenci gibi ben de o kongrede görev yapmıştım. O zamandan beri AKM binasının dışını da içini de beğenmem, İstanbul’un kültür ihtiyacının çok gerisinde kaldığını düşünürüm. Bildim bileli doğru dürüst bakılmadı o yapıya, sahip çıkılmadı hiç. Ancak kültürel bir hesaplaşmada hedef alınınca AKM birdenbire simgesel bir değer kazandı.
Yeni AKM’nin projesinde ve sunuluşunda, belki de yüzde 51 kaygılarıyla, bu simgesel savaşı geride bırakmak niyetinin olmadığını söylemek güç. Nitekim, Atatürk isminin korunmasından, bir ünlü ses sanatçımız gibi biz de çok mutlu olduk. Umarız, bina içinde de Atatürk’ün kültürel önemi değerlendirilir. Ancak konuşmalardan bu yönde bir işaret henüz almadık. Gene gerilimi yüksek ifadeler işittik. Yeni AKM’nin amacı barıştırmak, birleştirmek ise buna göre konuşmak gerekmez mi? Bakalım gelişmeler nasıl olacak? Toplumu bu kadar bölmüş bir konuda bir proje yarışması açılsaydı ya da, en azından, danışmalar yoluyla herkesin içine sinecek bir proje hazırlansaydı, daha iyi olurdu. Bu yapılmadığı için zihinlerdeki soru canlı duruyor: AKM gerçekten Atatürk Kültür Merkezi mi olacak? Öte yandan, Topçu Kışlasının yeniden yapımı projesinden vazgeçilmediyse vaz geçmek, AKM’nin kazanmasını beklediğimiz niteliğini güçlendirir.
Elbette, asıl yapılması gereken, bu projenin içini doldurmak. Operayı sadece elitin ilgi duyacağı bir sanat olmaktan çıkarıp, halka götürmek iddiasını da işittik. Çocuklara daha ilkokuldan başlayarak, klasik müzik eğitim vermezseniz, opera bale sanatçılarını himaye etmez, gerekli bütçeleri ayırmaz, gençleri sanatçılığa teşvik etmezseniz, bu binada kim çalacak, kim dinleyecek? Herkes II. Abdülhamit gibi bu müzik ve sanat zevkini edinebilecek elit olanaklara sahip değil ki.! Eğer opera sanatçısı ve dinleyicisi / izleyicisi yetiştirmezseniz, halk o binaya öncelikle Boğaz manzaralı lokantası için gider; o da fiyatları uygunsa...