Turgutreis'teki Şevket Sabancı Kültür Merkezi hoş bir sergi mekânı. Pek boş kalmıyor, iyi ki! Bu sıralarda Leopold Levy'nin resimlerini ağırlamakta. Keyifle gezdim sergiyi. Prof. Dr. Kıymet Giray küratör olarak iyi bir düzenleme şapmış, Levy iyi bir ressam. Elbette Türkiye açısından önemi ressamlığının ötesine gidiyor. Prof. Giray'ın sergi kitabındaki güzel yazısı Levy'nin hem ressam olarak hem de bizim açımızdan değerini anlamamıza yardımcı oluyor. Serginin başlığı: O Bir Efsane.
Leopold Levy 1882 doğumlu bir Fransız ressamı. Döneminin bir starı olmasa da iyi ressamları arasında sayıldığı anlaşılıyor. 1934 yılında Lucretius'un Evrenin Yapısı yapıtı için ortaya çıkardığı 41 oyma baskıyla büyük beğeni toplamıştır. (Lucretius'un bu eşsiz yapıtı Türkçeye kazandıranlar Turgut ve Tomris Uyar olmuş, böylece Türkçemiz de bir başyapıt kazanmıştır.) 1936 yılında Leopold Levy Türkiye'nin önerisini kabul ederek İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne öğretmen olarak gelmiş. 1937 yılında Resim Bölümü Şefliğine atanıyor. 1936 yılında Akademi'nin Mimari Bölümü Şefliğine de Bruno Taut atanmış. Düşünebiliyor musunuz, bir tarafta Taut, öbür tarafta Levy, böyle bir akademi. Es geçmeyelim. Kırmızı Kedi Bruno Taut'un İstanbul Günlüğü'nü Tevfik Turan çevirisiyle yayınladı. Bir yanda bu kitap, öbür yanda O Bir Efsane sergisi, 1930'lardaki kültür ve sanat atılımlarını anımsamak için iyi bir eşzamanlama oldu. 1938'da kaybettik, ama Edirnekapı Şehitliğine gömülmekle sonsuza dek İstanbul çocuğu oldu Bruno. Lepold Levy ise 1949 yılına kadar sürdürdükten sonra İstanbul'daki görevini ülkesine geri gitmiş. Ancak, yaptıkları ve yapıtlarıyla belirleyici bir iz bıraktı sanat tarihimizde. Gerçi Levy'nin katkısını olumsuz değerlendirenler de var, ama ben olumlu yönlerini görmeyi yeğliyorum. Nitekim, Türkiye modern sanatla Levy aracılığıyla tanıştığını öne sürenleri görüyoruz çok önemli bir kaynakta: Xavier du Crest'in De Paris à istanbul 1851 1949 başlıklı kitabında (Presses Universitaires de Strasbourg, 2009). Andığım bu yapıt bir yandan Levy'nin sanatını, yaşamını irdelerken, öbür yandan bu sanat dolu ömrü tarihsel bir çerçeveye oturtuyor. Bizim Fransız kültürüyle Tanzimat döneminden başlayarak kurduğumuz ilişkiler modernleşme sürecimizin en önemli dinamiklerindendir. Görüyoruz ki, resim alanında da öyledir. Çevrilmediyse hâlâ mutlaka Türkçeye kazandırılması gereken bir yapıt du Crest'inki.
Öte yandan, Levy'nin Türkiye'ye getirilmesi devletin sanatı geliştirmeye verdiği önemin göstergelerinden biridir. Ancak kuruluş dönemlerinde devletlerin sanat ve sanatçıdan beklentileri pek masumca değildir. Ulusun oluşumunda ve toplumun biçimlendirilmesinde sanatın birincil işlevi olması beklenir. Sanat devlet ve ulus ön plana alınarak yapılsın istenir. Sanatı sanatsal kaygıyı ikinci plana atarak yaparsanız ortaya çıkan ürünlerin kalitesi pek yüksek olmaz. Her sanatın kendi bağımsız bir alanı ve iç dinamikleri vardır. Ancak sanatsal kaygılarla sanat yaparsanız başarılı olursunuz. Görebildiğim kadarıyla Leopold Levy verdiği eğitimle resim sanatının hayatın diğer alanlarından, devletin beklentilerinden bağımsızlık kazanmasına can alıcı katkı yapmıştır. Cumhuriyet'e asıl katkı da sanatı araçsallaştırılarak değil bağımsız bir etkinlik olarak güçlendirme yoluyla olur, olmuştur.
Levy'nin diğer bir önemli katkısı öğretmenliği, öğrencilere kural belletmekten çok kendi kişiliklerini ve ifade şekillerini bulmalarına yardım etmek yönünde yapması olmuştur. Nitekim, 1940'larda “Yeniler” Grubu adıyla toplanarak resim sanatımızda önemli gelişmeler sağlayan birçok ünlü ismin Levy'nin öğrencisi olduğu belirtilir. Meliha Yılmaz'ın Sanatçı ve Sanat Eğitimcisi Olarak Leopold Levy ve Türk Resim Sanatına Etkisi başlıklı bir ayrıntılı çalışmasını okudum (İdil, 2015). Başka bir kaynağa göre, 1949 yılında bir turne dolayısıyla İstanbul'dan geçen Jean Cocteau da övgüyle söz etmiş Levy'nin ülkemizde yaptıklarından.
Leopold Levy Fransa'ya döndüğünde onu anımsayan azdır, ama ün para değildir aradığı, resimdir, sürdürür çizmeyi. 1962 yılında 80 yaşına geldiğinde yayınlanan Gravür sergisi katalogunun metnini Yves Bonnefoy yazar. Fransa'nın en üstün şair ve sanat kişilerinden olan Bonnefoy'un böyle bir metin yazması bence Leopold Levy've verilmiş bir takdirnamedir.
Turgutreis'deki sergide Levy'nin önemli resimlerinden bir bölümünü görüyoruz. Türk Balıkçı Kahvesi, Barbun, Balıklı Natürmort, değişik İstanbul ve Bursa resimlerini yakından görmek heyecan verici. Levy'nin Türkiye ile ilgili resimlerinin ayırıcı bir özelliği var: oryantalizm kokmuyorlar. Pierre Loti'nin tam tersi Leopold Levy. Nasıl Fransa'yı çiziyorsa öyle çizmiş Türkiye'de gördüklerini. “Burası Doğu, her şey farklı, ne ilginç değil mi?” havası yaratıp ilgi çekmeye çalışmamış. Levy'nin özellikle bu yönünü saygıyla kaydediyorum. Malını Batıya satmak için oryantalizme sapan şark kurnazı sanatçılarımıza örnek olur, umarım.
Levy'nin portre resimlerinden en çok ilgimi çeken can yoldaşı Tiraje Dikmen'in portresi. “Çizdiği kişinin ruhunu yakalamış” derler ya, on örnek işte!
Leopold Levy'in genel olarak Cezanne'dan ve Fauve okulundan etkilendiğini söyleme yanlış olmaz herhalde. Çok severek çizdiği anlaşılan manzara resimlerinde yataylığın anlamını görüyorsunuz. Bir de: sanki manzaralar çerçeveye sığmıyor, taşıyor dışına. Öyle bir genişlik duygusu.
Levy'nin renkleri genellikle koyu koyu. Bir Provence ressamı olduğu da söyleniyor, ama Provence ışığını pek göremedim resimlerinde. Ancak birçok natürmort resminde ve bu arada bir Provence peyzajında karanlıkla oynaşan müthiş bir renk cümbüşü görülüyor. Yves Bonnefoy'nın da dikkatini çekmiş bu. “Bu çiçeklerde ve ağaçlarda, acımasız, şiddetli, siyah bir şeyler var”. Bonnefoy'ya göre Levy'nın ışığa giderken unutmak istemediği karanlıktır bu. Kim bilir, 1936'dan sonra bir musevi olarak Fransa'da kalsaydı Levy o karanlığa yutulacaktı belki!
1930'ların Türkiye'sinde çok sorun yaşandı, ama ileriye doğru büyük adımlar da atıldı, olumsuz dünya ve Avrupa koşullarına karşın, sanatta, bilimde, sanayide. Leopold Levy gibi yabancıların da bu adımların atılmasına katkısı oldu. 1920'ler, 1930'lar olumlu yönleriyle bir efsaneler çağıydı. Şimdiyse kestaneler çağındayız.