Dış görsel ve yazılı basında Türkiye ile ilgili haberleri izlemeye çalışıyorum. Son zamanlarda olumlu bir haber ya da yoruma ne yazık ki rastlamadım. Umarım ben atlıyorumdur. Benim gördüklerimde Türkiye insan hakları ihlalcisi, demokrasiden otokrasiye, çağdaşlıktan dinselciliğe giden doğru giden bir ülke olarak yansıtılıyor. Oysa on yıl kadar öncesine kadar nerdeyse parmakla gösterilen bir ülke imajımız vardı. Neler olduğunu hepimiz biliyoruz. “Dış dünya bizi kıskanıyor da ondan olumsuz gösteriyor.” yanıtını işitiyor gibi oluyorum. Ben dünyanın farkındayım. Türkiye’nin dünyadaki yerinde ilerleme yok. Bizi kıskanan falan da yok. Tersine, özellikle insan hakları alanındaki performansımız imajımızın bozulmasına yol açıyor.
Uzun yıllarımız insan haklarıyla geçti. Hukukunu da pratiğini de ister istemez içinden gördük. Türkiye’deki insan hakları olayları, herşeye rağmen hâlâ resmen parçası olduğumuz Batı dünyasının siyasi ya da iktisadi nedenlerle görmezlikten gelme sınırlarını zorluyor. Benden söylemesi... İnsan hakları savunucularıyla ilgili son mesele bardağı taşıran damla olabilir.
Anlamamız gerekir: somut, güneş kadar görünür deliller olmadan aydınlar, yazarlar, insan hakları savunucuları içeri atılmaz. Basından izlediğime göre, öyle bir delil henüz kimse görmemiş. Eğer açılan davaların ve yapılan muamelenin, tutklamaların, içerde tutmaların doğru olduğunda ısrarlı isek, basit bir sınav ile haklılığımızı ispat edelim öyleyse. Anayasamızın 90ncı maddesine dayanarak, BM’den ya da Avrupa Konseyi’nden bir hukukçular heyeti davet edelim. Onlara yaptıklarımızı anlatıp gösterelim. Bakalım ne diyecekler? Yaptıklarının uluslararası insan hakları hukukuna uygun olduğuna inanmış bir yönetim böyle bir sınavdan kaçmaz. Kaçarsa, “demek ki ....” diye başlayan sözleri durduramaz.
Türkiye’nin sadece dünyadaki imajına yazık olmuyor, geleceğine de gölge düşüyor. Yineliyorum: çağımızda bir ülkede manevi kalkınma ancak toplumun ve bireylerin insan haklarını (elbette, din ve vicdan özgürlüğü de temel bir insan hakkıdır) içselleştirmesiyle mümkündür. İlkokullarda insan hakları dersleri olmasını takdirle karşılıyorum. Ancak asıl ders günlük hayattadır. Yönetimin izleyeceği insan hakları siyasetindedir. Örneğin, bir ilkokul öğretmeni ifade özgürlüğünü çocuklara nasıl örnekleyecek?
Milli Eğitim’in çocuklarımızı insan haklarını anlayacak kapasitede olarak değerlendirilmesi gene de olumlu. Ne var ki, aynı Milli Eğitimin çocuklarımızın evrim kuramını anlayacak entelektüel kapasiteye sahip olmadığını ileri sürmesi çok tuhaf bir çelişki. Oysa müslüman olanlar da dahil birçok ülkede evrim kuramı çocuklara öğretiliyor. Evrim kuramını Türk çocuklarına “anlamazlar” diye öğretmemek, çocuklarımızın entelektüel kapasitesini küçümsemek olmuyor mu? Hiç değilse “büyük patlama” kuramının öğretilmesi sürecek diye avunabiliriz, ama çocuklarımızı pozitif bilimden uzaklaştıran adımlar atılmasını olumlu göremiyoruz. Birçok yorumcunun, bu adımın arkasında dinselci önyargıları aramasına karşı ciddi bir yanıt da işitemedik. Körpe zihinlere cihat kavramının işleneceğini okuyunca kaygılarımız arttı. Ne oluyor?
Genel olarak söylersek: İnsanlık aydınlanma devrimiyle değişmiştir. İnsanlığın aydınlanmayla değişmesi demek, dinselciliği (dini değil) aşması demektir. Aydınlanma devrimin bir ayağı insan hakları, diğer ayağı ise bilimdir. Bu yolda amuda kalkarak ilerlemek hayli güçtür.