İstanbul’a ihanet ettiğimiz ve binalar yükseldikçe ufkumuzun daraldığı görüşüne, daha önce çeşitli yerlerde yazdıklarımdan açıkca anlaşılacağı üzere, eski bir Akbıyıklı olarak katılıyorum. Artık sevgili kentimden Çirkinistan(bul) söz etmekten derin bir hüzün duyuyorum. İlgili herkesin affına sığınarak, iki ay önce kaleme aldığım bir yazıyı, çekmecemden bu vesileyle çıkarıyorum:
“Avrupa’dan Asya’ya bilmem kaçıncı kez metrobüsle geçiyorum. Tatil dönemi. Aracın içinde fazla yolcu yok, hemen hepsi oturmuş. Boğazın üstünden geçiyoruz, ama yolcuların hiç biri dışarıya bakmıyor. Birkaçı aralarında konuşuyor. Diğerleri kafalarını eğmiş, cep telefonlarıyla sevişiyor. Avucumuzdaki akıllı telefon gerçekten akıllı mı akıllı; bizi avucuna almış, başka hiç bir şeyle ilgilenmemize izin vermiyor.
Bari ben dışarı bakayım, diyorum. Çamlıca tepesinde yükselen altı minareli camiyi görüyorum. Cami yapandan da, yaptırandan da Allah razı olsun. Çok önemli bir hizmettir. Bunu bir yana koyalım, ben sadece estetik açıdan bakmaya çalışıyorum devasa camiye. Bana göre, yeryüzünün en büyük ibadet yeri yeryüzünün kendisidir. Allah’ın yarattığı görkemli mekândır. İnsan elinden çıkan ibadet yerlerinin de bu güzelliğe yakışmasını isteriz. Gördüğüm cami güzel mi? Belki Sultanahmetli olduğum için başka altı minareli camiler yapılması beni çekmemiştir, doğrusu. İsterseniz kıskançlık deyin buna. Ancak, Sultanahmet camiin bende uyandırdığı hayranlık duygusu bambaşka. Kusur bendedir, belki. Osmanlı mimarisinin yaşatılması çabası övgüye değerdir elbette. Ne ki, artık Osmanlı dönemi çok geride kaldı. Yeni bir mimari üslûp aramamız gerekmiyor mu? Batı taklitçiliğini eleştirir dururuz. Onun alternatifi geçmiş taklitçiliği olmamalıdır. Bakalım, hızla akan tarih yeni bir ulusal üslûp bulmamıza izin verecek mi? Ancak, bulmak için önce aramak gerekir. Arıyor muyuz? Rahmetli Dalokay’ın İslamabad’daki o güzelim camii sözünü ettiğim türden bir arayışın ürünüydü, bence. Arkası gelmedi.
Bakıyorum. Uzaktan ve puslu bir havada minarelerle aynı yerde bulunan elektrik direği midir, televizyon kulesi midir, nedir, o çirkin yükseltiler biribirine karışıtırabilir. Bence minarenin olduğu yerde minareden daha yüksek yapı dikilmemelidir.
Avrupa tarafına bakıyorum. İstanbul’un profilini bozan o ucube gökdelenler gözüme takılıyor gene. Biraz da kafaya taktığımı için, ne zaman baksam o tarafa, önce o ucubeleri görüyorum. Muhafazakârlık bu mudur? Bir yandan İstanbul’un klasik görünümünü muhafaza etmiyorsun, öbür yandan rant yoluyla bol bol kâr ediyorsun. Göğe diklenen çirkin binalar yapıyoruz. O dikine dikine giden binaların anlamı belli, diyebilir bir toplumbilimci: Aradığımız şey her şeyden önce kudret ve servettir.
Yineleyelim: Cami yapandan da, yaptırandan da Allah razı olsun. Ancak, estetik açıdan, Asya’da yapılan Avrupa’da yıkılanı telafi etmiyor. Günah sevap terazisindeyse hangisinin ağır bastığını öbür tarafa geçince göreceğiz, ama unutmayalım: günah hepimize ait.”
Gene de İstanbul’u sevmemek mümkün mü? Bu müstesna kentle duygusal dialogunuzu geliştirmek istiyorsanız, sevgili Ebubekir Eroğlu’un İçkale ‘sini okuyun. O gürül gürül nehir şiirden üç dize:
tahrip olan semtlerini onarıyorum şehrin
sevinci doğrultan imgeler bularak
tahribatı gideriyorum şiirle