28 Ağustos 2017

Almanya: Bitmeyen kakofoni

En büyük zararı Almanya’daki Türkler görüyor

Türk – Alman ilişkilerinde gene sıkıntılar görüyoruz. O kadar karmaşık ilişkilerdir ki bunlar, her dönemde değişik sorunlar yaşarız. Her sorun ayrı bir tahlil, ayrı bir çözüm gerektirir. Bir dosyada biriken negatif duyguların öbür dosyaları etkilemesini önlemek gerekir. Çözüm bazen zaman alabilir.  Ancak hiçbir sorun bağıra çağıra çözümlenemez. Bu sözü sadece bizimkilere değil, altımışına merdiven dayamış Alman Dışişleri Bakanı’na da yöneltiyorum. Yakından tanıdığı duygusal Türk kültüründen etkilenmiş olmalı ki, atıp tutmada ölçüyü bence kaçırdı. Neyse ki, Merkel en azından üslup açısından onu izlemiyor, her zamanki gibi soğukkanlı ve hesaplı davranmayı tercih ediyor. Merkel’in bu tavrı da tansiyonu aşağı çekiyor. Gel gelelim, sorunlar çözümsüz  kaldıkça ilişkileri zehirlemeye devam edecektir. Tansiyonu aşağı çekmek diyalog olanağı yaratır. Almanlarla ciddi bir diyalog içine girmemiz, çekişmeyi sahneden indirmemiz bizim de yararımızadır.

Alman Dışişleri Bakanı’nı, “Seni muhatap almıyorum” diyerek muhatap almaya gerek yok. Benzer durumlarda Dışişleri Sözcüsü’ne bir açıklama yaptırılması en uygun yol olur. Ayrıca Alman Dışişleri Bakanı’nı bizim bakanımızın ve büyükelçimizin marke etmeleri gerekir. Herkesin görevini yapmasına fırsat tanımak daha çok yarar getirir. Zaten doğru diplomatik yöntemler izlenirse tansiyon azalır, konuşma ve görüşmenin kapısı açılır.

Alman Dışişleri Bakanı’nın bize AB üzerinden yaptırım uygulanmasını önerdiği anlaşılıyor. Bunu ilgili AB kurumlarının kolayca kabul edeceklerini sanmıyorum. Ancak, hem Gabriel’in, hem de Merkel’in Gümrük Birliği’nin güncellenmesiyle ilgili sözlerini ciddiye almak gerekir.

Gümrük Birliği’nin güncellenmemesi AB’den çok bize zarar verir. Küresel rekabet koşulları AB pazarlarına daha da kolayca girmemizi, daha fazla AB yatırımı çekmemizi, AB ile ekonomik ilişkilerimizi güçlendirmemizi gerektirmektedir.  Almanya AB’nin en önemli ülkesidir. Gümrük Birliği yapmamız, aday olmamız, müzakerelere başlamamız hep Almanya’nın öncü desteği sayesinde mümkün olmuştur. AB normlarından sapmasak, günü gelince bizi AB’ye çekecek dinamiği de Almanya yaratacaktır.

Bunları Almanya’nın önemini vurgulamak için söylüyorum. Yoksa “Almanya desin, biz yapalım” şeklinde bir ilişkiyi ne ben, ne de herhangi bir vatandaşımız kabul eder. Almanya bizim ne dostumuz, ne de düşmanımızdır. Avrupa’daki en önemli partnerimizdir. Almanya’dan bir düşman yaratmayalım. Taleplerimizi ve dosyalarımızı hukuk devleti ölçüleri içinde ısrarla savunalım.

Örneğin, bize 15 Temmuz faciasını yaşatan alçakların iadelerinin sağlanması önemlidir. Ancak karşımızda karmaşık bir hukuk mekanizması ve uluslararası mülteci hukuku bulunmaktadır. Bu tür dosyaların işlemi de çok uzun sürebilir. Sözkonusu kişilerin siyasi iltica taleplerini kırmak için, Türkiye’de görüşleri yüzünden siyasi takibata uğramadıklarını, herhangi bir Avrupa ülkesinde geçerli ceza hukuku kurallarını ihlal ettikleri için arandıklarını anlatabilmek gerekir. İade talebi dosyaları hazırlamakta eskiden pek becerikli değildik. Umarım şimdi daha iyiyizdir. Ayrıca, uluslararası hukuk kurallarına dikkat etmek gerekir. Türkiye’de yakalanan birçok şüphelinin yüzü yara bere içinde, gözü patlamış  fotoğraflarını basında görüyoruz. Unutmayalım: Bu fotoğraflardan birini ilgili yargıca gösteren avukat, BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ne göre hiç kimsenin işkence görebileceği yere iade edilemeyeceğini hatırlatır ve davasını beş dakikada kazanır. Kaldı ki, Türkiye hâlâ güvenli ülke kategorisinde sayılmıyor. Hukuk devleti olabildiğimiz ölçüde bu meselelerin çözümü kolaylaşır.

Ayrıca, tutuklanan yerli yabancı basın mensuplarıyla ilgili söylemlerimizi Avrupa’da kimse inandırıcı bulmuyor. Böyle durumlarda yorumlar, çıkarsamalar değil, somut kanıtlar gereklidir. Zaten hukuken haklıysak, gidelim Avrupa Konseyi’ne, hazırlasınlar bir rapor, bu iş de bitsin. Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin, hele kendi vatandaşları da içeri alınmışsa, böyle durumlarda tepkisiz kalmasını beklemek gerçekçi değildir.

Almanya ile ilşkilerimizin asıl mihenk taşı elbette o ülkedeki Türk toplumu. Uluslararası insan hakları hukuku açısından bir azınlık. (Yıllar önce Alman sosyal demokratlar,  Türklerin ulusal azınlık olarak tanınması için sonuçsuz kalan bir girişim yapmıştı.) Ne yazık ki, ilgili iki devletin de sorumluluğu olan çeşitli nedenlerle etnik ve ideolojik bakımlardan bölünmüş bir toplum. Türkiye’nin taşrasından gelen sünnilerin çoğunluğu anayurtlarındaki başat siyasi akımı benimsemiş durumdalar. Aslında sosyolojik açıdan bir altkültür fenomeni yaşıyorlar. Almanya’dan ayrılmaya niyetleri yok ama içe kapanmak pahasına bağlı kaldıkları gelenek / görenekler bakımından aşamadıkları uyuşmazlıkların yol açtığı tepkiyi anayurttaki Batı karşıtı görüşlere destek vererek gösteriyorlar. Dolayısıyla Türk – Alman ilişkilerinin en hassas noktası, Türkiye’deki yönetimin Almanya’da yaşayan muhafazakâr Türk topluluğuyla ilişkisi. Bu topluluğun sorunları hayatın normal akışı ve zaman içinde aşılabilir. Ne ki, ideolojik ya da iç politik nedenlerle, sıradan Alman vatandaşında bu topluluğa  Truva atı muamelesi yaptığımız izlenimi uyandıran davranışlar içine girdiğimizde işler karışıyor. Almanya’daki Türk azınlığının sorunlarıyla ilgilenmek, maruz kaldıkları ayırımcılıkla mücadele etmek, kültürel kimliklerini korumalarına yardımcı olmak,  bizim görevimiz, hem de hukuken hakkımız. Ancak bizden bir parça olan bu topluluğu Almanya ile ilişkilerimizde bir silah olarak kullanmaya çalıştığımız izlenimi uyanınca sorun çıkıyor. Aradaki ince çizgiyi gözden kaçırırsak, “Alamancılarımız” iki ülke arasında dostluk ve işbirliği köprüsü olacakken iki arada bir derede kalan bir topluluğa dönüşüyor. Almanya ile ilişkilerimizde senfoni beklentisinin yerini kakofoni alıyor. Bundan da en büyük zararı Almanya’daki Türkler görüyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Fransa ile gereksiz bir sorun

Fransız okullarına çocuğunu gönderen Türk vatandaşlarının arasında, öğrendiğimize göre, Aile Bakanımız da var. Ancak, gene söylendiğine göre, Aile Bakanımızın Belçika vatandaşlığı da varmış. O zaman çocukları Belçika vatandaşı olarak okulda kalabilirler

Washington ve Ramallah

Özgür Özel’in Ramallah’a gitmesi “özel” bir anlam, önem taşıyacaktır. Ramallah’a, yerel seçimleri kazanmış, ülkesinin birinci partisi haline gelmiş bir siyasal hareketin lideri olarak gidecektir. CHP’nin sadece Filistin değil, Orta Doğu’ya ilişkin vizyonunu ortaya koyması, Ramallah’dan uluslarararası topluma Türkiye’nin yeni sesi olarak seslenebilmesi önemlidir

Ölüm ana

Yaşamamıza izin veren Ölüm Ana olduğunu düşünüyorlar. Ondan medet umuyorlar. Ölümün yaşamdan güçlü olduğunu görüyorlar. Yılda yirmi, otuz bin cinayetin işlendiği bir ülkede ölüme "insaf et, bizi yaşat" diyorlar. Hayat o kadar ucuz olunca ölüme yakıştırılan güç artıyor. Ölümde ana rahminin, kucağının sıcaklığı aranıyor

"
"