12 Temmuz 2020

"Görme ve işitme engelli Selma'nın azmi" (3)

Selma İngilizceyi herkes gibi kitaptan yazılışları ve okunuşlarıyla öğrendiğinden, onunla İngilizce konuşmak isteyen biri söylemek istediğini avuç içine büyük harflerle yazarak, karşılığını da Selma’dan düzgün şekilde sözcükleri duyarak "konuşabiliyordu". Bu şekilde 1992 yılında Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde öğrencilere İngilizce bile hitap etmiş, onlardan gelen soruları cevaplamıştı

Bu hafta üçüncü ve son bölümünü okuyacağınız yazı serimizde Braille yazının körler için anlam ve öneminden başlayarak çift engelli arkadaşımız Selma Öztürer Altay'ın yaşamına değin gelmiştik. Amacım somut ve özgün bir örnek üzerinden Braille yazı sisteminin değerini anlatabilmekti. Selma Öztürer örneği hayli özgündü. İşitme ve görme engelli olmasına karşın İngilizce Braille öğrenmesi ona dünyanın kapılarını açmıştı. Aşağıda Selma'ya bu kapıların açılmasındaki baş aktör Mehmet Emin Demirci'nin anlatımlarını bulacaksınız. Bu anlatımları ben çok önemsiyorum. Zira birlikte yaptıkları çalışma Türkiye'de özel eğitim alanında ilk ve tek niteliğinde. Benzer durumdaki çift engellilerin özel eğitimlerinde yeni ufuklar açabileceği düşüncesindeyim. Bu önemseyişim sebebiyle "Homeros'tan Aşık Veysel'e Tarihte ve Toplum Yaşamında Körler" kitabının yazarı görme engelli sosyolog arkadaşımız Emin Demirci'den yazmasını rica ettim. Uzun yıllardır bizleri Avrupa Körler Birliği'nde temsil etmekte olan Demirci'nin sözleri Selma Öztürer'le yaptığı özgün çalışma dışında farklı ve önemli yaklaşımları da içeriyor.

Selma Öztürer Altay

Mehmet Emin Demirci'nin metni şöyle:

Sağır - kör Selma Öztürer'le yaşadığım İngilizce eğitimlerinin herkese örnek olabilecek dersleri

Mehmet Emin Demirci
Uzman sosyolog

Selma bebeklik çağında görme yeteneğini, giderek azalan işitme yeteneğini de 20 yaşında yitirmiş bir kimsedir. Körler okuluna gönderilmemiş, okuma ve öğrenmeye olan merakı dolayısıyla annesi ve küçük kardeşi Gülten’den mürekkep yazıda kullanılan harfleri öğrenmiş, duyabildiği yıllarda başta radyo dinlemek üzere çevresindekilere gazete ve kitap okutarak kendini yetiştirmiştir. Genç yaşta ölen annesi gelecekte kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini düşünerek o zamanki Cevizli Sigara Fabrikasında ona bir iş bulmuştur. Hem kör hem sağır olan Selma bu fabrikada elle tütünleri ayırarak puro yapılabilecekleri seçme görevini yaparak emekli oluncaya kadar çalışmıştır. Kardeşi Gülten her gün Selma’yı yola kadar çıkarmış, servis aracıyla fabrikaya göndermiş, yine fabrika dönüşünde yoldan almıştır.

Günümüzde, çoğunlukla batı ülkelerinde bile çalışma yaşamına katılamayan sağır-kör kimselere bakılınca, Selma’nın kendine yeter, çalışarak toplumda saygın bir yer edinen, ekonomik yaşama katılan, üstelik devlete yük olmak yerine ona vergi ödeyen bir kişi olduğu düşünülürse, bireysel ve toplumsal temelde bu durumdaki kimselerin eğitilmelerinin ve işe yerleştirilmelerinin ne denli önemli olduğu görülecektir.

Selma ve Gülten’le tanıştığım 1981 yılında ben Boğaziçi Üniversitesi’nde üçüncü sınıfa gidiyordum. Onu tanıdığımda Selma birkaç yıl önce genç annesini ve işitme yeteneğini kaybetmiş, İstanbul’daki Bostancı semtindeki evlerinde kardeşi Gülten’le oturuyor, fabrikadaki işine gidip geliyordu. Bana İngilizce öğrenmek istediğini söylemişti. Bu kuşkusuz kolay bir iş değildi; çünkü alışılmış yöntemlerin dışında yöntemler kullanmak durumundaydık. Konya’daki Beyşehir Lisesi’ne giderken, Gaziantep Körler okulundaki neredeyse kolej düzeyinde verilen İngilizce eğitimi sayesinde kasabamız olan Kurucuova Orman Bölge Şefi'nin ortaokula devam eden oğluna birkaç yaz İngilizce dersi vermiş, liseli arkadaşların İngilizce ödevlerine yardım etmişliğim vardı, ama hem görmeyen ve hem de duymayan birine İngilizce öğretmek nasıl olacaktı?

Mehmet Emin Demirci

Öncelikle, bu uzun soluklu süreci uzun erimli planlarım çerçevesinde götürecek zaman ve olanaklarım var mıydı? Bu konuda ilk düşündüğüm başka kimselerin benim için yaptığı özveriler oldu. Bunların başında kuşkusuz Boğaziçi Üniversitesi İngilizce hazırlık sınıfında hafta içi 5 gün öğleye kadar süren derslerin ardından, 2 çocuğu üniversitenin yuvasına devam ettiği için öğleden sonraları onların çıkışını beklemek durumunda olan ve böylece bana yardım edebileceğini söyleyen ve benimle ders yılı boyunca öğleden sonra her gün 2 saat tamamlayıcı çalışmayı hiç bıkkınlık emaresi göstermeden yapan Joan Eröncel’in bu özverisi aklıma geldi. Kendi kendime "sen de başkalarına bir şeyler yap diye insanlar senin için özveride bulundular" düşüncesiyle böyle bir çalışmanın psikolojik altyapısı oluşmuş oldu. Joan’ın annesi de 25 yıldır ABD’de körlere kitap okuyan bir kuruluşta gönüllü olarak çalışıyordu ve kızının benimle olan çalışmasına destek amacıyla organize ettiği İngilizce Braille kitap kampanyasıyla bize ulaşan çok sayıda kitap sayesinde birkaç yıl sonra açılan üniversitenin kütüphanesinde bir körler bölümü oluşturulacak, diğer üniversite kütüphanelerine destek olunacak, 1991 yılında hazırlık okulu okutmanı olan diğer bir ABD vatandaşı ve halen Çanakkale’de yaşayan Arlene C. Brill’in kaleme aldığı proje sayesinde o bölümün devamı niteliğinde bugünkü Türkiye’nin en geniş körlere dijital ve sesli kitap hizmeti sunan GETEM’in temelleri atılacaktır.

Üniversitedeki derslerimin gerektirdiği yoğun okuma faaliyeti arasında bu çetin işi yapacak zamanı bulabilecek miydim? Derslerin İngilizce görüldüğü sosyoloji bölümünde yoğun bir okuma yapılması gerekiyordu ve bilgisayarın bulunmadığı o yıllarda genellikle körlerin okuyabileceği şekillerde bulunmayan kitap ve makalelerin öncelikle bir gören tarafından ya yan yanayken ya da ses bantlarına okunması gerekiyordu. Kuşkusuz bu da öncelikle okuyacak kimselerin bulunması, işlemin gerçekleşmesinden sonradır ki, diğer sınıf arkadaşları gibi eşit koşullarda okuma faaliyeti yapılabilmesi demekti. Böylece ders yılındaki altı dersin hepsi için ayrı bir ayarlama yapılmasının getirdiği ruhsal gerilim ve hazırlama zamanı dolayısıyla boş zaman bulmak kolay değildi. Bu şekilde ancak iki haftada bir pazar gününü bu çalışma için ayırabileceğim sonucuna vardım. Sabah erkenden kaldığım kampüsteki yurttan çıkacak, iki otobüs değiştirerek yaklaşık bir buçuk saatte Selma’ların evine ulaşacak, kahvaltıyı birlikte yaptıktan sonra birkaç saat çalışacak, yemekten sonra da duruma göre devam edip, akşam geç saatte yurda dönecektim. Bu çalışmayı kalan iki yıl boyunca temelde bu tarzda yürütebileceğimi düşündüm.

Böyle bir zorlu çalışmayı hem duymayan ve hem de görmeyen birisiyle yapabilmek için Selma’nın da içinde bulunduğu özel koşulların böyle bir çalışmaya uygun olup olmadığı da ne şekilde uygun hale getirilebileceği gibi durumların da incelenmesi gerekiyordu. Nitekim sağırların eğitilemeyeceği görüşünde olan düşünce Aristoteles tarafından ifade edilmiş ve bütün Ortaçağ’a damgasını vurmuş bir görüştür. Üstelik görmeyen ve duymayan çocuklarla iletişim kurularak çocukta kavramların oluşturulmasının mümkün olmayacağı körler üzerine çalışmalar yapmış Fransız aydınlanmacı düşünür Diderot tarafından dile getirilmiştir. XIX. yüzyılda ABD’de ilk körler okulunu Boston’da açan Howe, okula aldığı 7 yaşındaki sağır-kör Mary O’Bridge adlı kızla ile yakından ilgilenmiş, hatta 1842 yılında ABD gezisi sırasında ünlü İngiliz yazarı Charles Dickens sanki başka işi yokmuşçasına üç gün süreyle bu küçük kızla ilgilenmiştir. Körler arasında sağırlık zihinsel engelden sonra ikinci sırada rastlanan ek bir engel durumundadır ve bu durumdaki kimselerle sağırlarla ilgili eğitim kurumları değil, körlerle ilgili kuruluşlar ilgilenmek durumundadırlar.

Dünyada bu kimselerin iletişimine yönelik "dokunsal alfabe" adı verilen alfabeler geliştirilmiştir. Örneğin, 1891 yılında geliştirilmiş Alman alfabesinde harf ve noktalama işaretleri parmakların ve avuç içinin çeşitli kısımlarına dokunarak yazılmaktadır. Böylece, sağır-körle "konuşmak" isteyen kimse onun elini eline alır ve elinin çeşitli kısımlarına hızlıca dokunarak anlatmak istediğini iletmiş olur. Karşıdaki kimse de konuşabiliyorsa konuşarak, konuşamıyorsa ya örneğin daktilo kullanarak ya aynı şekilde yazarak söylemek istediklerini karşısındakine iletir.

Türkçe’de böyle bir alfabe henüz geliştirilmemiştir. Bunun nedenlerine değinecek olursak, bütün bir eğitim sistemini, eğitimden ne anladığımızdan başlayıp bütün bir sisteme ilişkin ciltler dolusu kitap yazmayı gerektirecek bir açılış sorusu olmaya aday bir konudan bahsediyoruz demektir. Kaldı ki, normal bir körün kullandığı Braille alfabesinin Türkçe için son şeklinin 1951 yılında, o da UNESCO konferansıyla bugünkü şeklini aldığı, yer ve zaman tasarrufu için geliştirilmiş kısaltma sisteminin de halen tartışmalı yanlarının bulunduğunu düşünürsek, bu ülkede matbaanın bulunmadığı 400 yıllık dönemdeki düşünsel üretim fakirliğini, geçmişimizle övünürken var olan sorunları kendimizde değil de hep dışarıda bir yerlerde arama alışkanlığımıza kadar uzanan bir çarpık, garip düşünce tarzımızı konuşmamız gerektiği kanısındayım. Nitekim, yaygın düşüncenin aksine, belki matbaa bu ülkeye, Çin’de bulunuşundan yaklaşık 350, Batı’da ilk kullanan Gutenberg’den 250 yıl sonra getirilmiş olsa da en azından kendi kültürümüz açısından kullanılış tarihi icat edilişinden 400 yıl sonrasına tekabül eder. Kanımca eğer bunu böyle görmezsek, toplum olarak her atılım hareketimiz "ayranı yok içmeye, traktörle gider ekin biçmeye" tarzında olur ve içinde bulunulan durum da maalesef budur.

Selma için iletişimde kullanacağımız yöntem sorunu bu denli vahim değildi; çünkü annesi ve kardeşi önceki yıllarda ona mürekkep yazıdaki büyük harfleri öğretmişlerdi. Mürekkep yazı körlerin genellikle kullandığı iletişim yöntemi olmadığından, özellikle doğuştan görmeyenler ve öğrenmemiş olanlarının bilmediği bir yazıdır. Ben gözlerimi 9 yaşında kaybetmiş olduğumdan ve ilkokul ikinci sınıfa kadar Seydişehir’deki Merkez İlkokulu’nda okuduğumdan mürekkep yazıyı biliyordum. Hatta 9 yaşında gittiğim ve yeni baştan başladığım yatılı Gaziantep Körler Okulu'nda ileriki yıllarda ailemle kâğıdı satır satır kıvırarak mektuplar yazarak haberleşiyordum.

Selma’nın avuç içine işaret parmağıyla büyük harflerle yazılıyor, çoğu durumda konuşabildiği için başlanan sözcük ya da cümlenin geri kalanını söylüyordu. Doğruysa avuç içine bir kere vurarak doğruluğu onaylanıyor, eğer yanlışsa elin altına vuruluyordu. Kuşkusuz bu iletişimi oldukça hızlandırıyor, sıkıcı olmaktan kurtarıyordu. Çevresindekiler Selma’yla yazarak haberleşmeyi o denli geliştirmişlerdi ki, insanların kolayına geldiği şekilde sırtına bile yazdıkları oluyor, onunla tartışma ya da kavga bile ediliyordu.

Kuşkusuz, Selma’nın kendi sesini duyamaması yüzünden sesinde kaymalar olsa da düzgün bir konuşması vardı. Yoğun detone sesle de olsa zaman zaman neşelenerek söylediği şarkıların hepsi doğal olarak duyduğu dönemin şarkılarıydı. Konuşabiliyor oluşu yapacağımız uzun soluklu eğitim sürecinde işimizi oldukça kolaylaştıracaktı.

Yabancı dil eğitimini ders kitabı olmaksızın belli bir noktadan sonra ilerletmemiz mümkün değildi. Duyabildiği yıllarda Braille alfabesini öğrenmişti. Gaziantep Körler Ortaokulunda Türkçe öğretmenim olan rahmetli Naim Çavuş, İstanbul Üniversitesi’nde Psikoloji öğrenimi gördüğü sırada Selma’ya Braille alfabesini öğretmiş. Çok hızlı olmasa da okuyup yazabiliyordu.

Oxford Üniversitesi’nin 1955 yılında hazırladığı 3 kitaptan oluşan "Oxford Progressive English Course For Foreign Students" adlı kitabı kullanacaktım. Bu kitabı seçmemin birkaç nedeni vardı: Bir kere derli-toplu, konular sıkmadan sunuluyor, öğrencinin fazla zaman ayıramayacağı temelinde seçilen konular, alıştırmalar ve sorular ona göre düzenlenmişti. Bu kitabı gördükten sonra doğrusu neden bunca çeşit kitabın olduğunu ister istemez düşündürüyor insana. Herhalde işin içinde ticarî unsurlar var demek gerekiyor.

Eski olmasına karşın bu kitabı seçmemin kuşkusuz en önemli nedeni, İngiltere’de Braille kitapları üreten en büyük kuruluş olan ve başta İngiliz Uluslar Topluluğu ülkelerinde yaşayan körler olmak üzere dünyanın dört bir yanına yoğun kitap gönderen Kraliyet Körler Enstitüsü (RNIB) bu kitabı dünyadaki körlerin İngilizce öğrenmesini kolaylaştırmak istercesine basım maliyetinin onda birine satıyor olmasıydı.

Bu yola çıkmadan önce çözülmesi gereken bir başka sorun daha vardı: Selma bu hizmetin karşılığı bana ödeme yapmak istiyordu. Ailemden pek bir destek almasam da aldığım birkaç burs bana rahat rahat yetiyordu. Ücret ödemesine gerek olmadığını söylesem de, gururlu bir insandı ve kendisi çalıştığından ödeme yapmak istediğinde ısrarcı oldu. Ben de saygı duyarak makul bir ödemeyi kabul ettim. Sonuçta Bolu’da Sevk ve İdarecilik Yüksek Okulu'nda okuyan rahmetli kardeşim Tevfik’e destek oluyordum.

Ders sırasında en zorlandığımız konu sözcüklerin yazılışından farklı olan söylenişi oldu. Kitapta yazılışını görüyor, nasıl okunacağını eline okunduğu şekliyle yazıyor, bazen de sesin hangi hareketle çıkarılacağını tarif etmek gerekiyordu. Bunu anlatmak her durumda kolay olmuyordu. 20 yaşına kadar duymuş oluşu dolayısıyla, düzgün cümle kurabiliyor, yapılan tarifleri kavrayıp çeşitli denemelerle gerçekleştirebiliyordu. Çok zeki olduğundan, anlatılanları hemen kavrıyor, tepki veriyor, geri kalanları hızla tamamlayıp konuşmanın akıcılığını sağlıyordu. Bir öğretmen için bundan daha iyi ne olabilirdi ki?

Selma’yla planladığımız çalışma genel olarak yukarıdaki program çerçevesinde yaklaşık üç yıl sürdü. Orta düzeyin ileriki aşamasında Selma’ya ek okuma olanağı olsun ve dünyadaki aktüaliteyi takip edebilsin diye, Kraliyet Körler Enstitüsü’nün sağır-körler için iki haftada bir Braille olarak haber özetlerini içeren Braille News dergisine abone yaptım. Bu derginin daha sık çıkarılması o yılların Braille basım teknolojisiyle kolay değildi. Dergiler gelmeye başladıktan sonra Selma okuduklarını bana her gelişimde anlatıyor, kötü haberlere üzülüyor, iyilerine seviniyordu. Haberlerle ilgili tartıştığımız çok olmuştur.

Selma İngilizceyi herkes gibi kitaptan yazılışları ve okunuşlarıyla öğrendiğinden, onunla İngilizce konuşmak isteyen biri söylemek istediğini avuç içine büyük harflerle yazarak, karşılığını da Selma’dan düzgün şekilde sözcükleri duyarak "konuşabiliyordu". Bu şekilde 1992 yılında Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde öğrencilere İngilizce bile hitap etmiş, onlardan gelen soruları cevaplamıştı.

Selma’nın yaşamından ve özellikle herkesin öğrenmek isteyip de çoğunun bir türlü öğrenemediği yabancı dil öğrenmesinden insanların alması gereken dersler olduğunu düşünüyorum. Toplam çalışılan saatleri göz önüne aldığımda, ister istemez insanın isterse neler yapabileceği ve neleri öğrenebileceğini, çalışmanın, azmin ve istemenin bir eğitim sürecinde ne denli önemli olduğunu düşünüyorum. Öğrenmedeki başarısızlıkların, arkasına sığınılan küçük mazeretlerden ve tembellikten kaynaklandığını söylemek sanırım çok iddialı bir sav olmayacaktır.


[email protected]

Yazarın Diğer Yazıları

Direnmek ve umut etmek

Mumla aydınlatılan o küçük mekânda bana acıyan vatandaşla şu an karşılaşsak acaba nasıl bir şaşkınlık yaşar ve bana neler söyler bilemiyorum. Fakat benim ona söyleyeceğim ilk sözler; "Umutsuzluk hastalıktır. Kördüm ama güzel günlerimin de olacağını umut ediyordum. Şiirler söyledim, zorluklara direndim, kendimi bırakmadım ve mutluluk sonradan geldi ve bugünlere ulaştım." olurdu düşüncesindeyim

Hakkı Baba'nın anısına saygıyla

Ben vefa duygusunu çok önemserim. Bu manada Hakkı Baba'yı, baba mizacıyla Atina Maraton sürecinde verdiği desteği unutmadım

Ölümcül maraton Kasumigaura

Alabildiğince zorlu, fizik kapasitemi hayli aşan o süreçleri nasıl göğüsleyebildim? Mantıksız inadımın kaynağında ne vardı?