AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, TBMM’deki iftar yemeğinde Cumhurbaşkanı olduğunu da hatırladı.
“Birliğe, beraberliğe, kardeşliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız bulunuyor” dedi.
Ülkede yaşayan herkesi “Türkiye ortak paydasında” bir araya gelmeye davet etti ve “gelin ülkemiz üzerinde oynanan bu büyük oyunu birlikte bozalım” diye de ekledi.
“Birliğe ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız var” cümlesi, bir sağanak yağmur olup, radyo haberlerinden üzerimize boca edildiğinde 12 Mart istibdadı altında yaşıyorduk.
Ne demek olduğunu, bu cümlenin gerçek amacının ne olduğunu gayet iyi biliyorum.
1973 seçimine kadar geçen sürenin başlarında yeni politize olan bir lise öğrencisiydim, sonlarında da kendime göre “politik görüşü netleşmiş” Mülkiye öğrencisiydim.
Daha önce de böyle cümleler kurulmuş muydu, doğrusunu isterseniz hatırlamıyorum, yaşım uygun değil.
Sonra bu sağanak yağış yavaşladı, durdu ta ki 12 Eylül darbesine kadar!
O zaman da “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız var” idi.
12 Eylül’ün nasıl bir dönem olduğunu, işkence altında ölenleri, yaşı büyütülüp idam edilenleri, suçsuz yere hapishanelerde yıllarını kaybedenleri, yok edilmek istenen bir kuşağı unutmayacağız.
Onun için ne zaman iktidar gücünü elinde tutan bir politikacı bu sözü söylese, beynimde alarm zilleri çalıyor!
Çünkü bu cümle, iktidarların hukuk tanımazlığını örtmenin, insan haklarını askıya almanın, aykırı fikirlere sahip olanları hapishanelerde çürütmenin mazereti olarak kullanılıyor.
AKP Genel Başkanı, ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunu birlikte bozmaktan söz ediyor.
Ne güzel, elbette ülkemiz için hepimiz canımız da dahil vermeye hazırız.
Yeter ki “ülkemiz” dediğiniz şey Nazım’ın “vatan haini olmaya devam ettiği” şiirindeki gibi bir ülke olmasın!
Önce “ülkemiz üzerinde oynanan oyun” üzerinde fikir birliğine varalım:
Benim gibi düşünenler için ülkemiz üzerine oynanan oyun, demokrasinin fiilen askıya alınmasıyla oynanıyor.
En temel insan hakları yok sayılıyor. Bir bildiriye imza attılar diye üniversite hocaları hapishanede yatırılıyor.
Darbeci FETÖ’yü temizleme bahanesiyle çıkarılan KHK’lar, onlarla hiç alakası olmayan insanların yaşamlarını karartmak için kullanılıyor.
Halkın haber alma hakkı, müteahhit havuzları ve kamu bankaları marifetiyle satın alınan medya ile engelleniyor.
Önceki gece Ekrem İmamoğlu’nun yarım saat daha konuşmasına bile izin vermediler!
Ülkenin bir bölüm insanı yok sayılıyor. O insanların seçtiği temsilcilerin, 19 Mayıs törenine bile davet edilmeye layık görülmediğini hatırlayalım.
Evet, ülkemizin geleceği ile ilgili hepimizin ciddi kuşkuları var.
Bu ülke insanlarını bir arada tutan değerler aşındırıldı.
Ülkenin “kurucu babalarına” her türlü hakaret yapıldı. Ülkenin yarısı ötekileştirildi.
Ülkenin en önemli kurumları tahrip edildi. Ordunun ve polisin üzerinden adeta silindir geçti!
Liyakat unutuldu, ideolojik nepotizm kamu yönetiminin temel prensibi oldu.
Yargı bağımsız değil. Merkez Bankası başta ekonomiyi yöneten kurumlar bağımsızlığını kaybedeli çok oldu.
Demokrasimizin övünülecek belki de tek kurumu YSK, politik hırsa kurban edildi.
Tehlike, “üst akıl, dış güçler vs.” gibi hayali düşmanlar değil.
Tehlike, Türkiye’nin bir Orta Doğu diktatörlüğüne dönüşmeye doğru hem de yokuş aşağı gidiyor olması.
Milli birlik ve beraberliğimizi sağlayacağımız ortak payda budur: Demokrasi, insan haklarına saygı, kuvvetler ayrılığı.
Samimiyseniz, bunu yapacak güç sizin şahsen bir işaretinize bakıyor!
***
İşte hayali olmayan bir beka sorunu
“Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attı diye 1 yıl 3 ay hapse mahkûm edilen Prof. Dr. Füsun Üstel’in, açık cezaevine nakledilmesiyle ilgili karar, Ağır Ceza Mahkemesi tarafından bozuldu.
Gerekçe şu: Terör örgütü propagandası yapmak, terör suçu olarak kabul edilmelidir, açık cezaevinde infaz edilemez.
Bu karar dün verildi.
SBF’de aynı dönemde okuduğumuz Prof. Dr. Üstel, bu bildiriye imza attığı için mahkûm edilen tek isim değil.
Diğer isimleri vermekte tereddüt ettim, çünkü kim içeride, kim değil, takip edemediğimi utanarak itiraf etmeliyim.
Prof. Dr. Üstel’in mahkeme kararının ardından cezaevine gönderildiği günlerde Anayasa Mahkemesi de kamuoyunda “Ayşe Öğretmen” olarak bilinen Ayşe Çelik ile ilgili bir karar vermişti.
Çelik, Kanal D’deki bir sohbet programında söylediği sözler nedeniyle “terör örgütü propagandası yapmakla” suçlanmış ve hapis cezası almıştı.
Anayasa Mahkemesi kararında şöyle deniliyor:
“Çoğunluğa muhalif olanlar da dahil olmak üzere düşüncelerin her türlü araçla açıklanması, açıklanan düşünceye paydaş sağlanması, düşünceyi gerçekleştirme ve bu konuda başkalarını ikna çabaları, bu çabaların hoşgörüyle karşılanması çoğulcu demokratik düzenin gereklerindedir”.
“Şiddeti kışkırtma veya demokratik ilkelerin reddi durumları dışında ifade özgürlüğünün kullanımından kaynaklanan müdahaleler demokrasiye zarar vermekte ve onu tehlikeyle atmaktadır.”
Yani aslına bakarsanız, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararından sonra Prof. Dr. Füsun Üstel’in aslında evine gönderilmesi gerekirdi.
Sadece onun değil, bu bildiriye imza attıkları için mahkum edilen bütün akademisyenlerin de cezalarının kaldırılması gerekirdi.
Ama görüyorsunuz, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar kolay kolay bir sonuç doğurmuyor.
Adalet sistemimizin çivisi yerinden öyle bir oynadı ki bir daha nasıl yerine oturtulur, kestirebilmek zor.
Yukarıdaki yazımda, “kurumlar tahrip edildi” derken bu tür şeyleri kast ediyorum.
Ve hatırlatmak istiyorum ki devletler için asıl beka sorunu, kurumlarının tahrip edilip, devletin işlemez hale getirilmesidir.
***
Bu ülkenin çocukları böyle ölür
İstanbul Eyüp’te temel kazıkları çakmak için açılmış çukurlardan birine düşen 8 yaşındaki Baran Geldi hayatını kaybetti.
Olaydan sonra inşaatın müteahhiti gözaltına alındı, İstanbul Valiliği de yasal soruşturmanın başlatıldığını duyurdu.
Şimdi nelerin olabileceğini hepimiz kolayca tahmin edebiliriz.
Müteahhit gözaltı süresi bitince serbest bırakılır, hakkında uyduruk bir dava açılır ve sonucunda paçayı kurtarır.
İnşaat ile ilgili ruhsatlandırmayı yapan ve inşaat alanını denetlemesi gereken kamu görevlileri hakkında iki ihtimal var: Ya soruşturma izni bile verilmez ya da bu izin verilse bile her hangi bir sonuç çıkmaz.
Bildiri imzaladı diye insanları hapse tıkan adalet düzenimiz, böyle suçlara karşı kör, sağır ve dilsizdir.
Onlar bu suçları ciddiye almadığı için de kamu görevlileri işlerini yeterli ciddiyetle takip etmezler.
Başlarında denetleyici kamu otoritesi olmayanlar da üç kuruş fazla harcayıp, tedbir almayı gereksiz görürler.
Onun için de bu ülkenin küçücük çocukları inşaat çukurlarında ölmeye devam ederler.
Bütün bu sorumlular da evlerine gittiklerinde çocuklarını ne kadar çok sevdiklerini düşünürler.
Onlara çikolata, top alırlar, sevip, öperler, saçlarını okşarlar.
Sorumsuzluklarının başka çocukların bir daha asla top oynayamamasına neden olduğunu akıllarından bile geçirmezler!