05 Mart 2020

Karışık bir iş vesselam

Cumhurbaşkanı herkesi "terörü bahane edip Suriye ateşine odun atmayın" diye uyardı ama en başta kendisi dinlemedi. Suriye’deki bütün askeri güçler teröristlerle savaş için orada olduklarını söylüyor ama herkesin teröristi de farklı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 11 Kasım 2015 günü, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) toplantısını açarken şunu söylemişti:

"Terörü bahane ederek Suriye üzerinde oynadıkları oyunlarla kazanımlar elde ettiklerini sananlar kısa sürede yanlış yolda olduklarını göreceklerdir. Suriye ateşine odun taşıyan herkes çok yakında kendini aynı ateşin içinde bulmaktan kurtulamayacaktır."

Ben de ertesi gün Hürriyet’teki köşe yazımda bu sözünü aktarıp "Cumhurbaşkanı’na kulak verin" diye yazmıştım.

Meğerse bu sözlere kulak vermeyenlerin başında Erdoğan’ın bizzat kendisi geliyormuş.

Suriye’deki bütün yabancı askeri güçler ve rejimin ordusu, şu anda "terör ile savaşmak için" oradalar.

Yani Erdoğan’ın sözleriyle "terörü bahane ederek" Suriye ateşine odun taşıdılar.

Herkesin teröristi kendisine göre tabii.

Mesela bizim terörist diye tanımladığımız PKK – YPG, ABD’nin Suriye’deki ortağı.

ABD askerlerinin koruması altında işlettikleri petrol kuyularına bile sahipler.

Yine bizim terörist tanımımız içine giren bu grup, Rusya ve Suriye rejiminin de koruması altında.

Zaten iç savaşın hemen başında, Esad, askeri gücünü diğer bölgelerde kullanabilmek için sınırımızın güneyini bunlara kurşun atmadan teslim ederek, çekilmişti.

Buna karşılık Rusya ve Suriye rejiminin terörist diye tanımladığı gruplar da Türkiye’nin himayesinde.

ÖSO ya da SMO adı verilen grup, Türkiye tarafından silahlandırıldı, eğitildi, hatta içlerinden bazıları Libya’ya bile tayin edildi.

Bir de herkesin (Türkiye, Suriye, Rusya, ABD) terörist diye tanımladıkları var: Genel olarak "cihatçı" diye tanımlanan, kökleri El Kaide ve IŞİD’e uzanan, bir bölümü Suriyeli de olmayan teröristler.

Türkiye, terörist olarak nitelediği PKK – YPG’ye karşı sınır emniyetini ve toprak bütünlüğünü korumak amacıyla bir güvenli bölge tanımladı ve bunu gerçekleştirmek için askeri operasyona başladı.

Birinci bölümünde ABD’ye, ikinci bölümünde Rusya’ya çatınca, operasyon, önceden ilan edilen hedeflerine varmadan durduruldu.

Cumhurbaşkanı "sonuna kadar gideceğiz" diye tekrarlasa da "burada durun" dedikleri anda Milli Savunma Bakanı "kıt’a dur!" komutu verdi.

Öte yandan ciddi sayıda askerimizin şehadetine ve çok büyük parasal maliyete neden olan bir operasyon da yürüyor.

Hedef İdlib’i güvenli kılmakmış. Kimin için? Türkiye dahil, herkesin terörist diye tanımladığı gruplar için.

Bir tuhaflık yok mu bunda?

Kendimiz için güvenli alan oluşturmak için çıktığımız yolda ki Cumhurbaşkanı bunun ülke için bir "beka meselesi" olduğunu da söylemişti, önümüz kesildi bekliyoruz.

Ama İdlib’de ille de savaşmak ve bizim de terörist diye tanımladığımız gruplara yaşam alanı açmak istiyoruz.

Gerekçemiz de İdlib’den rejimin saldırıları nedeniyle kaçmak zorunda kalan sivillerin Türkiye’ye sığınmaları olasılığı.

Onları Türkiye sınırından sokmamak için Rusya ile bile savaşı göze aldık, düne kadar "şeytanlaştırdığımız" ABD’den yalvar yakar askeri destek istiyoruz.

Buna karşı da Yunanistan ve Bulgaristan üzerinden AB’ye de çok sinirleniyoruz; göçmenleri almak istemiyorlar diye!

Gerçekten merak ediyorum: Ankara’da aklı başında kimse kaldı mı? Siyasi tutarlılık nedir bilen var mı?

Bu tabloya bakınca Türkiye’nin gerçekten bir beka sorunu olduğunu da görmemek mümkün değil.

Türkiye’yi yöneten kadrolar, rüzgarın önünde savruluyorlar, iç tutarlılığı olan bir politikaları yok, sorunu yanlış tarif edip, daha da yanlış çözüm yollarını zorluyorlar.

Namık Kemal’in ünlü şiirinden bir mısrayı hatırlıyorum: Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?

Mustafa Kemal Atatürk, işgal yıllarında bu şiiri TBMM kürsüsünden şöyle yanıtlamıştı: Bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini!

Şimdi ara ki bulasın!

* * *

Alacakaranlık kuşağına mı giriyoruz?

Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu, önceki gün sabaha karşı evine gelen polisler tarafından gözaltına alındı ve bu yazıyı yazdığım saate kadar hakkında her hangi bir işlem yapılmadan Emniyet’te tutuluyordu. (TSİ 17.30)

Terkoğlu’nun, sanki bir teröristmiş gibi sabaha karşı evinden polis marifetiyle alınıp, getirtilmesi emrini Başsavcı bizzat vermiş.

Dün İstanbul Valisi’nin, hükümetin kararlarını eleştirmeye getirdiği yasak üzerine "faşizmin ayak sesleri" başlıklı bir yazı yazmıştım, belli ki ayak sesleri kapımızın önüne kadar gelmiş.

Terkoğlu yaşadığı, çalıştığı yer belli olan bir gazeteci. Savcılık bir soruşturma yürütüyorsa, telefon edip, "buyurun gelin, ifadenizi alacağım" deseydi, zaten kalkıp kendisi de giderdi. Polisleri sabahın kör karanlığında sokaklara dökmesine gerek yoktu.

Bunca yıldır savcılıklara gidip ifade vermem gereken her seferinde de savcı telefonla ya da ihbarname ile davet etti, sabah kalkıp gittim.

Bugüne kadar "muhalif gazeteciler" içinde, savcılıktan bu tür bir davet alıp da gitmeyen bir tek kişiyi duymadım.

Savcı, bir gazeteciyi, sabahın köründe evinden aldırıyorsa bunun bir tek amacı vardır: Peşin bir ceza ve gözdağı vermek!

Sadece gözaltına alınan gazeteciye değil, onun bütün meslektaşlarına da!

AİHM kararları açık: Ceza tehdidi varsa basın özgürlüğünden söz edilemez, basın özgürlüğü ifade özgürlüğünün bir türevi olarak kısıtlanamayacak bir temel insan hakkıdır.

Savcı böylece beğenmediği haberleri yazanları da "hapse atmakla tehdit etmiş" oluyor.

Acaba "silahla tehdit" mi deseydim?

Terkoğlu’nun yayımladığı haber, Libya’da şehit olan ve cenaze töreni gizlice yapıldığı ortaya çıkan MİT görevlisi ile ilgili.

Bunda savcılık nasıl bir suç buldu, anlamak mümkün değil.

Ortada bir sır da yok zaten, her şey alenileşmiş.

Ve maalesef görevli şehit olduğu için, Terörle Mücadele Kanunu açısından da kimliğinin açıklanması bir sorun teşkil etmiyor olmalı.

Valiliğin hükümeti eleştirmeyi yasaklamasının ardından savcılığın da bu tür eylemler içine girmesi, Türkiye’nin yeni bir alacakaranlık kuşağına girmekte olduğunun da habercisi sayılmalı.

Yazarın Diğer Yazıları

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

Suriye’nin artık zamana ihtiyacı var

HTŞ lideri Colani’nin “değiştik, eskisinden farklıyız” iddiasını ortaya koyabilecek fırsatı bulabilip bulamayacağı da şu an için belirsiz. Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu’nun içinde yer alan grupların da “demokrasi aşkıyla” yanıp tutuşmadıklarını söyleyebiliriz. Yani Suriye’de taşların yerine oturması için önümüzde çok zaman var

"
"