17 Eylül 2019

Çoklu kişilik bozukluğu sendromu olmalı

Adalet reformu, yargı sistemimizdeki çoklu kişilik bozukluğunu tedavi edebilir mi, bilemiyorum. Tedavi edeceğiz derken, arada sırada doğru karar veren kişiliği yok etmesinler ama!

Artık şuna kesinlikle emin oldum ki disosiyatif devlet yapımız oluştu.

Hayır, bu kelimeyi yazıya "havalı" bir giriş yapmak için kullanmadım.

Bu kelime "çoklu kişilik bozukluğu" anlamına geliyor.

Yani aynı bedende, birden fazla kişiliğin barınması durumu bu.

Ve tedavisi mümkün müdür bilemiyorum ama bizim devletimizin bazı kurumları da aynen bu durumdalar.

Aynı kurumun içinde değişik kurumsal kişilikler var gibi sanki.

İstanbul'daki Belediye yenileme seçiminden önce Osman Öcalan'ın televizyonda canlı yayına çıkarılması üzerine bir vatandaş savcılığa ihbarda bulunmuş.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, TRT Genel Müdürü İbrahim Eren, TRT Kürdi Genel Müdürü Mustafa Ekinci ve Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şenol Kazancı hakkında "terör örgütüne yardım ve yataklık" suçlamasıyla soruşturma yapılmasını istemiş.

Savcılık da bunun suç olmadığına ilişkin takipsizlik kararı vermiş.

Savcılık takipsizlik kararında şöyle diyor:

"Terör haberlerinin önemi ve medyanın halkı bilgilendirme yükümlüğü, bu haberlerin medyada yer almasını zorunlu kılmaktadır. Basının görevi kamuoyunun yararı doğrultusunda bilgilendirmeye dönük haberler yapmak, propagandaya mahal vermeyecek, terör örgütüne yarar sağlamaktan uzak kalarak halkın haber alma özgürlüğünü gerçekleştirmektedir. Düşünceyi açıklama özgürlüğü çoğunlukçu ve özgürlükçü demokratik toplumların gereğidir. Yapılan faaliyetin basının haber verme özgürlüğü kapsamında kaldığının kabul edilmesi gerektiği ve suç unsuru içermediği değerlendirilmekle beraber, soruşturma yapılmasına yer olmadığına..."

Buna itiraz edebilir misiniz? Hayır.

AİHM, AYM, Yargıtay içtihatlarını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni, Anayasa'yı biliyorsanız, söyleyebileceğiniz tek şey "evet, savcı doğru söylüyor" olabilir.

"Çoklu kişilik bozukluğu" sendromundan şüphelenmeme neden olan şey de bu zaten.

Mesela Hasan Cemal, benzeri bir söyleşi nedeniyle mahkum oldu.

Bazı savcılar, "olay olsun da biz de hemen yayın yasağı getirtelim" diye bir köşede bekliyor gibiler.

Basın bazen sınırsız bir özgürlüğe sahip olabiliyor bazen de bir kelime nedeniyle mahkemelerde süründürülüyor.

Mesela Diyarbakır'da HDP önünde oturma eylemi yaparsanız bir şey olmuyor, hatta polis sizi koruyor. Ama benzer bir eylemi İstanbul'da AKP önünde yapmak isterseniz "cop mu tercih edersin, biber gazı mı" diye sormuyorlar bile!

Anlayabilmek mümkün değil.

Adalet reformu, yargı sistemimizdeki çoklu kişilik bozukluğunu tedavi edebilir mi, bilemiyorum.

Tedavi edeceğiz derken, arada sırada doğru karar veren kişiliği yok etmesinler ama!

* * *

Kafalarına göre bir "imam" bulurlar nasıl olsa

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın arada sırada tekrarladığı bir konu da sonunda hayata geçiriliyor.

Bundan sonra faizsiz bankacılık meselelerinde "ulemaya da sorulacak"!

"Faizsiz Bankacılık İlke ve Standartlarına Uyuma İlişkin" tebliğe göre, katılım bankalarında aralarında ilahiyatçı üyelerin de yer aldığı "Faizsiz Bankacılık Danışma Komitesi" kurulacak.

Bu kurulların üyelerinin "asgari üçte ikisi İlahiyat veya dengi alanlarda en az lisans düzeyinde öğrenim görmüş veya faizsiz finans alanında yüksek lisans ya da doktora derecesine sahip olmanın yanı sıra, faizsiz finans alanında en az üç yıl mesleki deneyime sahip olması" zorunlu oluyor.

Bu vasıflara sahip kaç kişi çıkar, gerçekten merak ettim.

Önce İlahiyat okuyacaksın sonra da üzerine faizsiz finans alanında master ya da doktora yapacaksın, bu da yetmez bir de üç yıl iş tecrübesi!

Oldukça zor olacağını tahmin ediyorum.

Onun için devreye "Müslüman Türk pragmatizmi" girecektir, buna da eminim.

Kafasına göre imam bulup Ramazan ayını rahat geçiren Temel fıkrasında olduğu gibi!

Bir de merak ettiğim konu şu: Bu kurumlar nasıl oluyor da verdikleri kar paylarını memlekette geçerli faiz oranlarına denk getirebiliyorlar?

İkinci sorum da ulemaya: Bu kurumlar "peşin alıp, vadeli satış" esasıyla iş görüyorlar.

100 liraya peşin aldığın malı, vadeli 120 liraya satarsan, aradaki 20 lira fark, 100 liradan bir süreliğine vazgeçmenin bedeli olarak niye faiz sayılmıyor?

* * *

Testi kırılmadan önce mümkün değil mi?

Ticaret Bakanlığı'nın hazırladığı Piyasa Gözetimi ve Denetimi Raporu'na göre 182 bin 418 ürün grubu denetlenmiş. Bunun 47 binini ithal mallar oluşturuyor.

Erdinç Çelikkan'ın Hürriyet'teki haberine göre, evlerin, otomobillerin içi güzel koksun diye satın aldığımız ürünlerin tamamı insan sağlığına zararlı çıktı.

Kırtasiyede ise, satın aldığımız ürünlerin yüzde 73'ü sağlığa zararlı. Bunların bir bölümünü de çocuklarımız için alıyoruz.

"Temiz olalım" diye aldığımız deterjanların yüzde 48'i, çocuk bakım ürünlerinin de yüzde 77'si sağlığa zararlı.

Bakanlık bu ürünleri satanlara 2018 yılında 147 milyon 839 bin lira idari para cezası da kesmiş.

Elbette bu ürünleri satın alırken, tüccarın cebine kaç lira koyduğumuzu bilen yok. Varsa da bize söylemiyorlar.

Ticaret Bakanlığı'nın bu yaptığı testi kırıldıktan sonra yol göstermeye benzemiyor mu?

Söz konusu ürünlerin büyük bölümü ithal.

Bunları daha gümrük kapısındayken tespit edip, geri çevirmek çok mu zor?

Bizim tarım ürünlerimizi "ilaç kalıntısı var" diye geri gönderebilen AB ve Rus gümrüklerinden ne eksiğimiz var ki sağlığa zararlı ürünler gümrüklerden geçip, tezgahlara çıkabiliyor?

Yurt içinde üretilen ürünler için de benzer bir sorun var. Bu tür zararlı ürünlerin üretilip, piyasaya sürülmesini önlemek demek ki mümkün olamıyor.

O halde piyasaya çıktıktan sonra verilen cezalar yetersiz.

Bu cezaları arttırmak gerekir ki bir kere bu nedenle ceza yiyen, bir daha böyle ürünler üretmeyi ve satmayı aklından bile geçiremesin.

Bu ürünler çift yönlü zarar veriyor: Bir yandan sağlığımızı yitirirken diğer yandan bu nedenle büyüyen sağlık harcamaları hem SGK'ya hem de bireysel bütçelerimize zarar yazıyor.

Bakanlık, testi kırıldıktan sonra ceza kesmeye harcadığı emeği bu işi en başından engellemeye harcamanın yolunu bir an önce bulmalı.

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye konusunda kafalar karışık

Siyasi İslamcılar, Esad’ın devrilmesiyle ortaya çıkan durumu “devrim” olarak niteliyorlar. Öte yandan kendilerini “komünist” ya da “sosyalist” diye tanımlayanların da kafaları biraz karışık. İnsan hakları, özel olarak kadınların hakları, işçilerin, çalışanların haklarını bekleyen gelecek ne olacak?

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

"
"