28 Şubat davasında hepsi eski subay olan 14 sanık hakkında verilen müebbet hapis cezasını onayladı.
Sanıklar, “Türkiye Cumhuriyeti icra heyeti vekilleri heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek eylemine müşterek fail olarak katılmaktan” suçlu bulundular.
Yargıtay kararında, 28 Şubat’ta, birtakım sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın – yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararların hükümete dayatıldığı ve nihayetinde seçilmiş bir hükümetin işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlandığı vurgulanıyor.
28 Şubat’ın “post modern darbe” olduğu söyleniyordu, bu karar için de “post hukuk kararı” diyebiliriz sanıyorum.
“Post hukuk” yerine “AKP hukuku” da diyebilirsiniz, aynı kapıya çıkıyorlar çünkü.
28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu’nda bir dizi karar alındı.
15 gün sonra zamanın Başbakanı rahmetli Necmettin Erbakan başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda bu kararlar hükümet tarafından da benimsendi.
Doğal olarak o toplantıda askerler yoktu; bakanlara bu kararları savunanlar Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller’in bizzat kendileriydi.
Bundan 15 gün sonra da İçişleri Bakanı Meral Akşener imzasıyla “çok yönlü tehdit olan irticaya karşı” bir dizi önlem alınmasını emreden genelge yayımlandı.
Yargıtay’ın kararı, bütün bunların bir “darbe olduğunu” tespit ediyor ve cezalandırıyor.
* 28 Şubat MGK kararları bir darbe miydi, yoksa askerler karşısında MGK’da direnemeyen, siyaseten zayıf bir hükümetin aczi miydi?
* Koalisyonun küçük ortağı Tansu Çiller, yeniden Başbakan olma hayaliyle “havada ikmal” senaryolarının altına odun atarak Erbakan’ın istifasına zemin hazırlamasaydı, tarih ne yönde akardı?
Bunları burada tartışmayacağım.
Ancak bu karar artık hukukumuzda yer edecek ve bundan sonra bu tür siyasi yargılamaları çokça göreceğiz, buna emin olabilirsiniz.
Artık bütün mesele, siyasi gücün el değiştirmesi ve yargının yeni siyasi duruma göre mevzilenmesiyle ilgili; hukuk ile değil.
Siyasi tarihimiz, bir Başbakan’ın “zorla istifa ettirilmesi” ile sonuçlanan bir başka olaylar dizisini de yazıyor.
Bu süreçte de Yargıtay’ın 28 Şubat kararında söz ettiği gibi bir düşünce kuruluşunun etrafında toplanmış bir grup, arkalarına medya ve sivil toplum desteği de alarak Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu, ezici bir çoğunlukla kazandığı genel seçimin hemen ardından, 6 ay sonra istifaya zorladı ve başarılı oldu.
Davutoğlu, “4 yıllık sürenin daha kısa sürmesi benim tercihim değildir. Zarurettir” diyerek, karşı karşıya kaldığı saray darbesini ima ediyordu.
Yargının kerteriz aldığı siyasi güç değiştiğinde, bu sürecin bir darbe davası olarak ele alınmasının hukuki yolu açılmış bulunuyor.
FETÖ’nün devleti ele geçirme planları, zirvesine 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimiyle ulaştı ancak bu sürecin de tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi bir öncesi var.
Bu süreçte de FETÖ ile işbirliği yapan medya, siyaset, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, iş çevreleri yer aldı. Tıpkı Yargıtay’ın 28 şubat kararında vurguladığı gibi!
FETÖ’nün asker ve polis içinde önemli mevzileri ele geçirmesi durduk yerde olmadı.
Bu siyasi bir tercih olarak ortaya kondu; o siyasi tercihi yapan da iktidardaki AKP idi.
FETÖ’nün Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumlarını adeta esir almasını sağlayan da aynı siyasi irade idi.
“Post modern darbe hukuku” açısından baktığımızda; bu siyasi iradeyi ortaya koyanlar, FETÖ’nün bankasına para yatırdığı ya da sendikasına üye olduğu için yargılanmadan işlerinden atılan insanlara göre çok daha fazla yargılanmayı hak ediyorlar.
Yargıtay’ın son kararı, “zamanın ruhu uygun hale geldiğinde” bu yargılamanın da hukuki zeminini yaratıyor.
Ellerinden gelse tamamen kapatacaklar
TBMM Genel Kurulu’nda, Haziran ayı içinde muhalefet milletvekilleri, iktidar koalisyonuna göre çok daha fazla konuşmuş.
Selda Güneysu’nun Cumhuriyet’teki haberine göre, TBMM Genel Kurulu’nda yapılan konuşmaların yüzde 75,87’sini muhalif milletvekilleri yapmışlar.
AKP’li milletvekilleri de bundan şikayetçi olup, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a şikayetçi olunca, emir verilmiş.
İç tüzük değiştirilecek ve böylece TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşma süreleri kısaltılarak muhalefetin Meclis’te de konuşturulmamasının yolu açılacakmış.
Başkanlık sistemi ile ilgili AKP ve MHP propagandası, TBMM’nin gerçek gücüne bu sistemle kavuşabileceğini anlatıyordu.
Başkanlık sisteminin üçüncü yılını tamamladığı bugünlerde TBMM tam anlamıyla “dış kapının mandalı” haline getirildi.
O kadar ki TBMM’nin kanun çıkararak onaylanmasını istediği İstanbul Sözleşmesi’nden bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla çıkıldı; Danıştay da bunu hukuka uygun buldu!
Meclis’in denetim görevinin yerine getirilemiyor olması da cabası.
Meclis, Türkiye’de yaşanan hiç bir şeyi merak etmiyor, araştırma, üzerinde konuşma zahmetine bile girmiyor.
TBMM tam anlamıyla işlevini yitirmiş durumda, kanun teklifleri bile Cumhurbaşkanlığı sarayında hazırlanıp, Meclis’e gönderiliyor.
Biliyorsunuz “TBMM’yi görevini yapmaktan alıkoyma” diye bir suç var; bir darbe suçu.
Ancak bu kez darbeyi yapanlar bizzat Meclis çoğunluğunun kendisi.
Belli ki ellerinden gelecek olsa TBMM’den tamamen kurtulmak istiyorlar.
Gençlik zirvesinde, genç işsizliği zirvede
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bin odalı Sarayında adına “Türkiye Gençlik Zirvesi” dediği bir toplantı yaptı.
Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu zirveye mesela Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri davetli değildi.
Katılımcılar, AKP’li uslu çocuklardan oluşuyordu, nerede bağıracakları, nerede alkışlayacakları, nerede susup sessizce dinleyecekleri önceden tembih edilmişti.
Erdoğan burada yaptığı konuşmada “sizlerden sadece hedeflerinize odaklanmanızı, ülkeniz milletiniz ve kendiniz için hayal kurmaya devam etmenizi istiyorum” dedi ki dün açıklanan işsizlik verilerine göre gençlerin zaten hayal kurmaktan başka bir çareleri de yoktu.
Türkiye, OECD ülkeleri içinde okuyamadığı gibi bir işte de çalışamayan genç sayısında birinci.
OECD ortalaması yüzde 12,8 iken Türkiye’de üç gençten biri ne okuyabiliyor, ne çalışacak bir iş bulabiliyor.
TÜİK’in dün açıkladığı verilere göre 15 – 24 yaş arası gençlerin işgücüne katılma oranı yüzde 41,9.
Erdoğan, gençlere “üstesinden gelemeyeceğiniz hiçbir zorluğun aşamayacağınız hiçbir engelin olmadığına ben inanıyorum” diye sesleniyor ama OECD verileri gösteriyor ki gençlerimizin eğitim sürelerindeki 1 yıllık artış, yurtdışında yaşama isteklerini yüzde 24 yükseltiyor.
Kapağı yurtdışına atıp, orada çalışmak ve yaşamak isteyen gençlerin oranı araştırmalarda yüzde 76’yı buluyor.
Erdoğan, üç yıl önce, Başkanlık sistemine adım atılırken yemin töreninden sonra yaptığı konuşmada “Cumhurbaşkanlarının artık bahaneleri kalmamıştır” diyordu.
O günden beri de günde neredeyse iki kere konuşuyor ama Türkiye’nin gençleri, gözlerini ümitsizlikle yurtdışına dikmiş, kendilerini kurtaracak bir vize bekliyor!