14 Mayıs 2018
Tarihi işlevleri, estetik eserleri bir yana, mezarlıklar İstanbul için vazgeçilmez yeşil alanlar olarak kalmaktadır. Şehir içinde başka yeşil alanlarımız kalmadı, sırf bu yüzden bile tarihi mezarlıklarımıza sahip çıkmalıyız.
Mecidiyeköy meydanda bulunan neredeyse tek yeşil alan yol olarak kamulaştırmalardan arda kalan gayrimüslim mezarlığıdır. Bu mezarlık alanı ile Pangaltı'ndaki Latin mezarlığını gezmenizi tavsiye ederim. Mimari bakımdan görülmeye değer eserlere sahiptirler.
Biliyorsunuz Kırım Savaşında başta İngiltere ve Fransa olmak üzere diğer Avrupa devletlerinin de desteğiyle Rusya'ya karşı zafer kazanmış, ama barışta kaybetmiştik (Dilim sürçtü affedersiniz. Biliyorsunuz barışta da ve savaşta da olsa biz asla kaybetmek sözcüğü ağzımıza alamayız, sadece "Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık" diyebiliriz). Savaşın mali yükü üzerimizde kalmış, alınan borçlarla zaten bozuk olan mali yapı bir daha düzeltilememişti. İşte bu Latin mezarlığı 1854-1856 yıllarında Kırım Savaşında ölen bazı Avrupalı Hristiyan askerlere ev sahipliği yapmaktadır.
Kırım Savaşında ölen İngiliz ve Fransız askerleri için ayrıca Anadolu yakasında eskiden adı Gülhane Askeri Tıp Akademisi olan yerleşkenin bahçesinde de özel mezarlık alanları bulunmaktadır. Bunlar tarihe tanıklık eden önemli alanlardır.
Bu mezarlıklarda yatan askerler artık bizim toprağımıza emanettirler. Büyük Atatürk'ün Anzak askerlerinin annelerine söylediği ve onun büyüklüğünü bir kez daha gösteren, gerçekten çok değerli ve büyük insanlığa işaret eden kıymet dolu sözlerini burada bir kez daha anmış olalım.
Sözü edilmişken çok iyi yetiştirme biçimi bulunan ve çok kıymetli devlet adamları yetiştiren Maliye Teftiş Kurulu gibi, özel bir ihtisas alanı olan ve savaş tedavisi ve cerrahisi konusunda uzmanlaşan bu Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nin de neden kapatıldığını anlayabilmiş değilim.
Maliye Teftiş Kurulu'nu kapatanların bile Bakanlar Kurulu'nda ve bürokrasinin üst düzey yönetiminde hâlâ eski Maliye Müfettişlerini tercih ediyor olması, kapatılma işinin yanlışlığının ve Maliye Müfettişlerinin kalite yönünden vazgeçilemez olduğunun bir göstergesi değil mi?
Söz mezarlıklardan açılmışken Türk-Osmanlı mezar taşlarından söz etmemek büyük bir haksızlık olur. Şimdi Osmanlı mezarlıkları üzerinden bir tarih okuması yapmaya çalışalım.
Eski mezar taşlarımız dünyada eşi benzeri olmayan sanat şaheserleri olarak kabul edilmektedirler. Mezar taşlarına yansıyan bu estetik ve incelik bir çok insanın hayranlığını kazanmakta ve medeniyetimizin paha biçilmez bir yönünü ortaya koymaktadır.
Kadınların mezar taşlarında ayrı bir zerafet, çocuklarınkinde ayrı bir şefkat vardır. Sanki bütün meslekler loncalarda değil de burada örgütlenmişler, burada mezar taşlarında mesleğe ilişkin işaret ve motiflerle kendini ifade etmişlerdir: ulema, din adamları, her sınıftan askerler, sadrazamlar, vezirler....
Ama maalesef bunları da koruyamıyoruz. Koruma adı altında yapılan restorasyonlar da bazen bu eserlere daha fazla zarar verebiliyor.
Bu taşlar birçok yerli ve yabancı turistin ilgisine mazhar ve birçok bilimsel çalışma ve doktora tezlerine konu olmaktadır. Özellikle Alman ve İskandinav kökenli bilim insanlarının ilgisi dikkate değerdir. Buralarda bulunan estetik zarafet, huzur ve sükunet, yaşamla ayrılmazlık ve iç içelik daima yabancıların dikkatini çekmiştir.
Tarihi Osmanlı mezarlıklarını ziyaret etmenizi öneririm. Bu ziyaretler hem estetik açıdan insanın ruhunu doyurmakta hem hayatın anlamı konusunda çok farklı bir perspektif kazandırmaktadır.
İstanbul'da belki yüzlerce örneği olan bu mezarlıkların bazılarını izninizle dikkatlerinize sunmak isterim.
Edirnekapı Şehitliği, Eyüp Sultan mezarlığı, Koca Mustafa Paşa Külliyesi mezarlığı, Aziz Mahmud Hüdai Dergahı mezarlığı, Merkezefendi Camii mezarlığı, Türk Ocağı Derneği'nin bahçesindeki mezarlık, Şahkulu Sultan Tekkesi mezarlığı, Aşiyan mezarlığı, Yahya Efendi Dergahı mezarlığı bunlardan bazılarıdır.
Edirnekapı şehitliğinde bu vatan için toprağa düşen yüzlerce/binlerce asker ve insanımızın kabirlerini görmek de insanı başka bir duygu alemine taşıyor. Çanakkale ve kurtuluş savaşında vatan savunması için ülkenin dört bir yanından gelip vatanı için şehit düşenlere saygı duruşunun adıdır bu tarihi kabristan.
Eyüp Sultan Camii ve çevresinin müslümanlar için Kâbe ve Kudüs'den sonra en kutsal yer olduğu kabul ediliyor. Roma döneminde de bu alanın kutsal bir alan olduğunu iddia eden çalışmalar da bulunmaktadır.
Eyüp Camii'nin çevresindeki mezarlık gerçekten çok zengin sanat eseri mezar taşlarına ve türbelere ev sahipliği yapıyor. Burası padişahtan vezirlerine, şeyhülislamdan evliyalara, hatta cellatlara kadar çok geniş bir yelpazede mezarların ve türbelerin bulunduğu bir büyük haziredir.
Sultan Reşat, büyük devlet adamı Sokullu Mehmet Paşa ve bir çok başka paşalar, Mihrişah Sultan ile Adile Sultan, Şeyhülislam Ebusuud Efendi, adem-i merkeziyetçiliği savunan Prens Sabahattin burada ebedi istirahatgahlarındadırlar. Mareşal Fevzi Çakmak'ın kabrinin de burada bulunduğunu unutmayalım. Bütün kabir ve türbeleri tek tek sayamayız, bunun için bir ansiklopedi bile yeterli olmayabilir.
Ebusuud Efendi'nin büyük bir ulema olduğu söylenir. Ben öyle düşünmüyorum. Dine geniş penceren bakamadığını ve onu dar ve katı kalıplar içinde yorumladığını düşünenlerdenim. Diğer inanç ve mezhepler için verdiği fetvalar onun ne kadar acımasız ve dışlayıcı olduğunu gösterir. Mezarının durumu ve ziyaretçi sayısı da bunu gösterir, oysa Yahya Efendi'ninki öyle mi? Kanuni'nin oğlu Şehzade Mustafa'yı idam ettirmesine karşı aldığı tavırla halkın onu evliya ilan ettiği ve dergahını daima ziyaret ettiği söylenir. Şimdi bile bu durum her ikisi için de değişmemiştir.
Sümbül Sinan Tekkesi olarak da bilinir. Koca Mustafa Paşa Külliyesi, Roma dönemine ait bir kilise/manastırın, Sultan II. Beyazıd döneminde, Sadrazam Koca Mustafa Paşa tarafından cami ve tekkeye dönüştürülmesi suretiyle kurulmuştur. Tasavvufun İstanbul'daki gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. İstanbul'un Eyüp Sultandan sonra Aziz Mahmud Hüdai Dergahı ile birlikte en önemli dini merkezlerinden biridir.
Hazreti Hüseyin'in kızları Hz. Fatıma ve Hz. Sakine'nin türbelerinin yanında ve sonradan müslüman olduğu rivayet edilen hıristiyan bir prensesin türbeleri, Sümbül Efendi Camisi'nin haziresindedir. Daha doğrusu onların mezarları olduğu rivayet edilen, ya da kutsallık atfetmek için öyle kabul edilen mezarladır bunlar. Sultan II. Mahmut döneminde bu türbeler yaptırılmıştır. Bu mezarlar da caminin zaten çok mistik olan havasına başka bir boyut katarlar.
Külliyenin bahçesinden girince kimlik sahibi, camiden içeri girince sahiden kişilik sahibi bir dini mabedin içine girdiğinizi hissedersiniz, gerçekten çok kendine özgü bir havası ve mimarisi vardır. Kiliseden camiye dönüştürülmüş olduğunu mimari yapılanmadan hemen anlarsınız, bazı sütun ve sütun başlıklarında da bunu görmeniz mümkündür. Çok kutsal bir mekan olduğu kabul edilir. Ziyaretçilerle dolup taşan, halkın rağbet ettiği bir dini mekandır.
Buranın Sümbül Sinan veya Sümbül Efendi namıyla meşhur bir hocası var. Çok alim bir din adamı, hem halkın hem Osmanlı Sarayının takdir ve saygısını kazanabilmiştir. Merkez Efendinin hem hocası hem de kayınpederidir.
Sümbül Efendinin, Caminin yıkımını durdurduğu ve Yavuz Sultan Selimi ikna ettiği rivayet edilir. Sultan Selim, babası Sultan II.Beyazıd’ın sadrazamı da olan, çok başarılı ve halkın bir semte adını verdiği Koca Mustafa Paşa’yı idam ettirir. Ona o kadar kızgındır ki, onun yaptırdığı eserleri de yıkmak ister. Rivayete göre, Sümbül Sinan Efendi onu ikna eder ve Sultan Selim burayı yıkmaktan vazgeçer.
Yavuz Sultan Selim hem çok cesur hem de çok sert bir padişahtır. Vezirlerine karşı müsamahasızdır, hata yapanları kolay affetmez, idam ettirir. O derece ki, o dönemde halk, kızdığı kişiler için ‘’Selim’e vezir olasın’’ dermiş.
Sert, disiplinli bir padişah olmasına rağmen Sultan Selim’in dini konularda taassub sahibi olduğunu düşünmüyorum. Alevilerin ağır bir şekilde cezalandırılmasında dini taassubun değil, kendi tebaasının başka bir ülkenin Şahını (Şah İsmail’i) desteklemesinin etkili olduğunu düşünmek daha doğru bir yaklaşım olur. Eğer tutucu bir padişah olsaydı Şam dışında bulunan ve bazı dindarlarca dinden çıkmış (mülhid) olduğu kabul edilen vahdet-i vücud anlayışının önderlerinden İbn-i Arabi’nin mezarına türbe ve mezarının olduğu yere cami yaptırır mıydı?
1512-1520 yıllarında kısa sayılacak bir dönemde padişahlık yapmış, ömrü savaşlarda geçmiştir. Neredeyse o cennet bahçesi İstanbul’da yer alan sarayında hiç kalamamış bir padişahtır.
Keşke İstanbul’da daha fazla kalabilse, daha fazla bilim ve sanatla ilgilense, İstanbul’a göz kırban Leonardo da Vinci’nin Haliç için tasarladığı köprülerle ilgilenme fırsatı bulabilse de sanatçı, bilim insanı ve dâhileri İstanbul’a çekebilseydi.
Padişahlığında Topkapı Sarayının büyüleyici manzarasına doymaya zaman bulamasa da Fatih’te kendi adını taşıyan ve yedi tepeden birinin üstünden Haliç’e bakan camisinin bahçesindeki türbesi gerçekten muhteşem bir manzaraya sahiptir. İnsan bu göz kamaştırıcı manzara karşısında kendini cennette bulur. Gözle beraber ruha da doğrudan ulaşan bu manzara insanın içini huzur doldurur.
Hem Yavuz Sultan Selim Camii hem türbe gerçekten çok güzeldir. Padişah türbelerinin anlatımı ise ancak başka bir yazı serisinin konusu olacak enginlik ve zenginliktedir.
Koca Mustafa Paşa Külliyesine çok yakın benim en çok beğendiğim camilerden biri, olağanüstü incelmiş bir zevkin ürünü olan Hekimoğlu Ali Paşa Camii'ni ve haziresini de görmenizi isterim. 18’nci yüzyılda yapılan cami klasik Osmanlı mimarisinin en son ve en şık eserlerinden biridir.
Uzak görüşlü bir devlet adamı olan Hekimoğlu Ali Paşa, son derece nazik, diplomasinin inceliklerini çok iyi bilen, hak ve adaleti önceleyen bilgili, iyi yetişmiş bir devlet adamıdır. Valilik, vezirlik ve üç kez sadrazamlık görevlerinde bulunmuştur. Vicdanlı bir insan olduğu ve şehzadeleri öldürtmek isteyen, katı ve sert bir padişah olan Sultan III. Osman’a karşı çıktığı belirtilir.
Sultan III. Osman’ın ağabeyi Sultan I. Mahmud’a da haksızlık yaptığı söylenir. Hem yapımını başlattığı Nuruosmaniye Camii'ne Sultan I. Mahmud'un adını vermeyip kendi adını vermiş, hem de onu caminin bahçesine defin ettirmemiştir. Sultan III. Osman camiye Nuruosmaniye adını vermiş, güya hanedanın adını, gerçekte ise ağabeyinin adını anmadan kendi adını vermiştir. Kaderin cilvesine bakın ki bunu bilen ve iyi huylu bir padişah olduğu söylenen Sultan III. Mustafa da onun aynı caminin bahçesine defin edilmesine izin vermeyerek adaletin başka bir şekilde tecellisini sağlamıştır.
Hayırsever bir kişi olan Hekimoğlu Ali Paşa’nın bu cami, sebil, çeşme, kütüphane ve tekkeden oluşan bu külliyesinden başka, Kabataş’ta set üstünde bir çeşmesi, Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camii’nin avlu duvarında bir başka çeşmesi daha mevcuttur. Bu güzel işlemeli estetik çeşmeleri de yaptırmış olması da onun ne üstün zevk sahibi bir devlet adamı olduğunu gösterir.
Cerrahpaşa'da bulunan bu Cami öyle güzel bir mimariyle, öyle yüksek bir kubbeyle, öyle estetik işlemelerle, öyle orijinal iznik çini ve tablolarıyla süslenmiş, öyle göz kamaştırıcıdır ki ziyaret eden kimse gözünü ondan alamaz. Cami sanki çok güzel olduğunun farkındadır. Öyle ki güzelliğinden başka bir şeyle ilgilenmeyen, görenlerin ona hayran kalacağını bilen bir havası vardır.
Caminin çok güzel bir de kütüphanesi var, şimdi geleneksel sanatların öğretildiği bir atölye olarak kullanılıyor.
İçi böyle de türbe ve mezar taşları farklı mı? Dışı da sizi yakar emin olun. Çok güzel bir bahçe, incelmiş sanat eseri mezar taşlarına, işlemeleri çok güzel türbelere ev sahipliği yapıyor.
Burayı bir defa görürseniz yine ziyaret etmek istersiniz. Bu güzelliği bir defa görüp bir daha görmemek artık insanın elinde değildir.
Burası, "aziz" İstanbul'u süsleyen en güzel, en gururlu, en estetik, en müthiş yerlerden biridir.
Aziz Mahmud Hüdai türbe ve dergahı Üsküdar'dadır. İstanbul Anadolu yakasındaki en önemli dini merkezlerden ve en çok ziyaretçi çeken türbelerden biridir. Çok mistik ve otantik bir havası vardır. Oraya her gidişinizde gerçekten bir ziyaretçi izdihamına tanık olursunuz.
Aziz Mahmud Hüdai (1541-1628) Osmanlı devri İstanbul'unun saygın din adamlarındandır. Koçhisar'da doğmuş, sonradan İstanbul'a gelmiştir.
Yaşadığı dönemde halkın ve tüm padişahların, özellikle Sultan I.Ahmet ve Sultan IV.Murat’ın saygısına mazhar olmuştur. IV. Murad Han'ın kılıç kuşanma merasiminde bizzat bulunmuş ve kılıcı padişaha bizzat âdet olduğu üzere Eyüp Sultanda kuşandırmıştır. Bir din adamının kılıç kuşandırması çok ender rastlanan bir durumdur ve bu durum onun ne saygın bir din adamı olduğunun bir göstergesidir.
Kösem Sultan'ın oğlu olan Sultan IV. Murat'ı anmışken onun Bağdat ve Erivan seferleri sonrası, o seferlere ithafen Topkapı Sarayı içinde yaptırdığı Bağdat Köşkü ve Revan Köşkü’nün, gerçekten görülmeye değer ince zevk ürünü sanat şaheserleri olduğunu belirtelim.
İstanbul'un en önemli simgelerinden olan Sultan Ahmet Camii'nde ilk hutbeyi okuyan alim de Aziz Mahmud Hüdai’dir.
Dergahta bulunan türbe ve mezar taşları bakımlı ve gerçekten dikkate değer sanat eserleridir.
Çok farklı ve kendine özgü havası olan bir inanç merkezidir. İnsanların türbeye olağanüstü saygı gösterdiklerini, akın akın gelip ona dokunmak istediklerini ve çaresiz insanların neredeyse ondan medet umduklarını görmek sizi farklı bir kültürel iklime taşıyacaktır.
Aziz Mahmud Hüdai Dergahını ziyaretinizden sonra hemen üst kısmında tepede yer alan Sultan III. Mustafa'nın yaptırdığı Ayazma Camii'ni de görmenizi öneririm. Eski bir kilisenin yerine yapılan Osmanlı barok mimarisinin ve süsleme öğelerinin en güzel örneklerinden biri olan yüksek kubbeli bu cami de eşşiz güzelliktedir.
Zarif kuş evlerinin de caminin süslemeleri arasında yer alması medeniyetimizin özgün bir yönünü göstermektedir. Caminin haziresinde nadir bulunan ‘’yeniçeri mezar taşları’’ yer almaktadır. Nadir bulunur, çünkü Sultan II. Mahmud yeniçeri ocaklarını ortadan kaldırdıktan sonra tüm kalıntılarını da tarihe gömmek istemiştir. Mezar taşları da bu tahribattan payını almış, neredeyse izleri kalmamıştır. İşte buradaki medeniyetimizin özgün bir başka yönünü gösteren taşlar da ayakta kalabilmeleri açısından özellikli taşlardır.
Sultan III. Mustafa, lâle devrinin sanatsever sultanı Sultan III. Ahmet'in oğlu, köhnemiş idari yapıyı reforme etmek ve toplumu dönüştürmek uğruna canından olan bestekâr Sultan III. Selim'in ise babasıdır.
Hiçbir lider, ülke veya toplum durduğu yerde sabah uyanınca ‘’ bu sabah erken uyandım, hazır aklıma gelmişken ben dönüşeyim, etkin bir idari yapı kurarak modernleşmeye çalışayım’’ demez. Dönüşme ve modernleşme süreçleri kendini dayatan çok maliyetli ve eziyetli süreçlerdir. Bunu yapmaz ve bundan kaçınırsanız tarihten silinme ve yok olma tehlikeniz vardır. Modernleşme için Osmanlının son yüzyılı ile cumhuriyeti eleştirenler, ülkesinin dönüşmesi ve etkin bir idari organizasyon kurulması için merhum Sultan III. Selim'in canından olduğunu, katledildiğini bilmelidirler. Yoksa merhum Sultan III. Selim de keyfine bakabilir ve idare-i maslahatçılık yapabilirdi, ne için genç yaşında canıyla bedel ödemek durumunda kaldığını unutmamalıyız. Daha çağdaş, üretime dönük bir sistem kurabilmek için bu topraklarda sadece cumhuriyet döneminde değil, Cumhuriyetten önce de ne çok mücadeleler verildiğini biliyor muyuz gerçekten?
Bestekâr Sultan III. Selim'in, Haliç'e bakan Aynalıkavak Kasrı içinde, sanatkâr yönünü gösteren, çaldığı müzik enstrümanlarının sergilendiği bir müze olduğunu da hatırlatmak isterim. Hem huzur veren, sakin bahçesi ve seyrine doyum olmaz manzarası bulunan Aynalıkavak Kasrını hem de müzeyi çok seveceksiniz.
Bu aile, dededen toruna iyi yetişmiş sanatsever bir ailedir.
Sultan III. Mustafa İstanbul'a sayısız güzel eser kazandırmış, sessiz sakin bir padişahtır. Boğazdan vapurla Anadolu yakasına geçerken Üsküdar sırtında yüksek kubbesiyle heybet abidesi gibi duran Ayazma Camii, oğlu Sultan Selim’le kendi türbelerinin bahçesinde yer aldığı Laleli Camii ve Kadıköy'deki İskele Camii onun tarafından yaptırılmıştır. Ayrıca, 1766 yılı İstanbul büyük depreminde yıkılan Fatih Camii ile Eyüp Sultan Camii'ni de tekrar yaptıran odur.
Bu kadar eser yaptırmama rağmen hiç bir camiye adımı vermediniz diyecek kadar da tevazu sahibi bir padişahtır.
Bu eserleri iyi koruyalım, onlar da İstanbul gibi paha biçilmez eserlerdir.
Dünyada en hayranlık verici, tüm geri kalanları gölgede bırakan şehrin İstanbul olduğunu hiçbir zaman unutmayalım.
Zeytinburnu'nda bulunan Merkez Efendi Camii haziresi de çok zengin türbe ve mezar taşı örneklerine sahiptir. Çok güzel bir camidir Merkez Efendi Camii. Caminin yanında bulunan tarihi bir binada kahvenizi içebilir, şansınız varsa ‘’ney’’ üfleyenlere denk gelip ruhunuza güzel bir müzik ziyafeti taddırabilirsiniz. Sadece ruhunuza değil, midenize de ziyafet vermeniz mümkündür. Köftesiyle de meşhurdur burası.
Ayrıca yanında bulunan Yenikapı Mevlevihanesi'ni de mutlaka ziyaret etmek ve bir semazen ayini izlemek insanda içe bakan ve derinleşen çok güzel pencereler açabilir.
Mevlevihane güzel mimari tarzı ve içinde barındırdığı sandukalarla çok ilginç ve değişik bir mekandır.
Çağaloğlu'nda divanyolu üzerinde bulunan Türk Ocağı Derneği'nin bahçesindeki mezar taşları ve türbeler gerçek birer sanat eserleridirler. Mutlaka görülmesi gereken yerlerden biridir. Özellikle denizci paşaların türbeleri takdire şayan, hayranlık uyandırıcı sanat eserleridir.
Burada Sultan Mahmut ve oğlu Sultan Abdülaziz ve torunu Sultan II. Abdülhamid'in türbeleri de yer almaktadır. Ayrıca bu mezarlığa son dönemlerde ebediyyete intikal eden Osmanlı hanedanı üyeleri de defnedilmektedir.
Göztepe'de bulunan Şahkulu Sultan Tekkesi dünyada bulunan üçüncü büyük Bektaşi tekkesidir. Çok güzel bir mimari yapıya, iç bahçeye ve çok ilginç motifli, Bektaşi yıldızlı mezar taşlarına sahiptir.
Keşke hem izin verilse hem de yapabilme imkanları olsa da bütün cemevleri aynı güzel mimari ve estetik yapı özelliklere sahip olsalar.
Mezar taşlarında hayvan motifleri gibi diğer başka motifler de yer almaktadır, tıpkı Erzurum'daki Çifte Minareli Cami'nin mezarlığındaki Türk mezar taşları gibi.
Bu tekkenin şair olarak ta çok meşhur 1842-1907 yıllarında yaşamış bir postnişini var: Hilmi Dedebaba. Benim çok beğendiğim "Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme" dizesiyle başlayan muhteşem bir şiirin sahibidir. Babası imam, kendisi Bektaşiliği seçebilmiş. Bir o zamanki hoşgörüye bakın, bir de şimdiki dini taassuba.
Burada fırsatınız olursa bir cem töreni izlemenizi de tavsiye ederim. Size çok başka ve değişik bir perspektif kazandırdığına şahitlik edeceksiniz.
Rumeli Hısarı’nın hemen yanında bulunan Aşiyan mezarlığı çok güzel bir boğaz manzarasına sahip olduğu gibi, çok kıymetli sanat insanlarımızı istirahat ettirmek ayrıcalığına da sahiptir. Burası müzisyen Münir Nurettin Selçuk, Türkçemizin gerçekten büyük şairleri Yahya Kemal Beyatlı ile Attilâ İlhan, ressam Ferruh Başağa ile daha pek çok kıymetli sanat insanımızın ebediyyet yolculuğuna ev sahipliği yapmaktadır.
Aşiyanda yine büyük şairimiz ve Türkçemize "Sis" ve "Han-ı Yağma" gibi birçok muhteşem şiirler kazandıran Tevfik Fikret'in mezarının da bulunduğunu unutmayalım. Yolsuzluk yapanları taşlayan "Yiyin efendiler yiyin bu iştah veren sofra sizin. Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!" dizesiyle meşhur "Han-ı Yağma" şiirinin, müzisyen Cem Karaca tarafından bestelenip okunmuş olduğunu da hatırlatmak isterim.
Yahya Kemal ünlü "Rindlerin Ölümü" adlı şiirinde söz ettiği gibi, "...serin serviler altında kalan kabrinde" her sabah bir gülle, her gece bir bülbülle karşılanıyor, eminim. Yahya Kemal Üsküp'lüdür ve Üsküp üzerine çok muhteşem bir dizeyle başlayan şiiri vardır, biliyorsunuz.
"Çok kimse anlamaz eski musikımizden, Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden." dizesinin Türkçede söylenmiş en güzel sözlerden olduğu iddia edilir.
İstanbul’u ne kadar çok sevdiğini, Ankara'nın en çok nesini seviyorsunuz sorusuna cevaben söylemiş: "İstanbul'a dönüşünü."
Gençken Selanik'e ve sonra İstanbul'a gelir. Ve bir daha doğduğu topraklara dönemez. Çünkü o topraklar kaybedilmiştir (Ah şu Almanlar yok mu hep onların yüzünden! ).
Tarif üzerine Üsküp'te yaşamış olduğu söylenilen evi buldum, umarım bulmuş olduğum ev, onun evi olmuş olsun.
Mezarlıklardan söz ederken, bence Yahya Kemal'in ölüm ve ayrılığı çok güzel anlatan "sessiz gemi" şiiri bütün mezarlıklara asılmalı ve mevlid gibi gidenin arkasından okunmalıdır.
İstiklal Marşımızın büyük şairi Mehmet Akif Ersoy daha önce sözünü ettiğimiz Edirnekapı Şehitliği’ndeki kabrinde medfundur. Çok etkileyici ve duygu yüklü şiirleri vardır. Çöküş döneminin çaresizliğine karşı bir nevi isyandır onun şiiri.
Bir yönüyle büyük eğitim reformları yapan, ama diğer yönüyle müstebit bir padişah olan Abdülhamid'e muhaliftir ve ona karşı çok ağır ve sert şiirler yazmıştır. Zor bir hayatı olmuş, İstiklâl caddesi üzerinde bulunan "mısır apartmanı"nda vefat etmiştir. Arkadaşları tarafından defin edildiği söylenir.
Abdülhamid döneminde ilk defa kızlar için yatılı okullar açılmış, askeri okullar reforme edilmiş, Mülkiye 5 yıla çıkarılmış ve sayısız eğitim hamlesi başlatılmıştır. Cumhuriyeti kuran kuşaklar bu eğitim kurumlarında yetişmişlerdir. Maliye Teftiş Kurulu’nun (Heyet-i Mümtaze) da onun döneminde kurulmuş olduğunu unutmayalım. Diğer yönüyle de müstebit, herkesin peşine hafiye takan, muhalif herkesi sürgüne gönderen veya ülke dışına kaçıran bir Padişahtır.
Şairlerden söz edince, Türkçemizin bir başka gerçek büyük şairi Nazım Hikmet'in mezarının ise maalesef çok sevdiği yurdundan uzakta olduğunu belirtelim. Moskova'ya yolu düşen ve Türkçe konuşan herkesin Nazım Hikmet'in mezarını ziyaret etme borcu vardır, kendimizi ifade etmeyi zenginleştiren, bize ana sütü gibi ak şiirler hediye eden, Türkçemizi zirvelere taşıyan şairimize vefanın gereğidir bu. Vatanına hasret ölse de, vatandaşlarına hasret olmasın.
‘’ Dörtnala gelip uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim…’’ diye başlayan şiirini, tamamen karşıt görüşleri savunsalar da merhum Alparslan Türkeş’e siyaset kürsüsünde okutturma başarısını göstermesi, onun Türkçemizin en yüksek zirvelerinden birinde göndere çekilmeyi ‘’şiirinin hakkıyla’’ elde etmiş olduğunu gösteren başka bir kanıtı değil midir?
Bu büyük sanatçılarımızın hayal ve düşünce dünyamızda ve ufkumuzda emeği çoktur. Onları daima saygı ve minnetle anmalıyız. Düşünce ve hayal dünyamızın atmosferinin oksijen kaynağı onlardır. Kıymetlerini bilelim.
İran toplumu ve Fransız toplumu bilim insanlarına ve sanatçılarına nasıl da kıymet veriyor. İran'da Hafız'ın, Sadi'nin, Firdevsi'nin türbeleri ziyaretçilerle dolup taşarken, Paris'te saygı abidesi olan Pantheon'da, insanlığın ufkunda daha önce görülmeyen sayısız yıldızı aydınlatan gerçek büyük filozof Voltaire'ye ve onunla birlikte Rousseau'ya, Victor Hugo'ya, Dumas'a gösterilen hürmet zirveye taşınıyor. Bir de bizde bilim ve sanat insanlarına verilen kıymete bakın. Bizim doğudan/batıdan alacağımız dersler yok mu?
Yahya Efendi, Kanuni döneminde yaşamış nevi şahsına münhasır, vicdanlı, tarihi bir şahsiyet, bir din adamıdır. Trabzon kadısının oğludur. Kanuni gibi Trabzon doğumludur ve onun çocukluk arkadaşıdır.
Boğaz manzarasını haiz Yahya Efendi Dergahı çok güzel sanat eseri türbe ve mezar taşlarına ev sahipliği yapmaktadır. İçinde büyük Mimar Sinan eseri küçük güzel bir cami vardır. Dergahın hemen yanında bulunan ve 19'uncu yüzyıl saray mimarlarımızdan Balyan Kardeşlerin eseri olan Küçük Mecidiye Camii'nin de ziyarete değer başka bir eser olduğunu belirtmek isterim. Tek başına minaresinin şerefesi bile seyretmeye değer bir eserdir.
Kabristan boğaza karşı yeşil bir alanın içinde yer almaktadır. Ölüm bu bahçede insana hiç yabancı ve öteki gelmez. Zaten ölüm hayatın kardeşi değil midir? Ahmed Hamdi Tanpınar burası için " Ölüm burada, (...) bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki, bir nevi erme yolu, yahut aşk bahçesi sanılabilir." demiştir.
Dergahın mezarlığında Sultan II.Abdülhamid'in ve son dönem Osmanlı hanedan yakınlarının türbeleri, aralarında Ahmet Vefik Paşa'nında bulunduğu son üç sadrazamımızın türbeleri ile başka pek çok sanat eseri türbe ve mezar taşı yer almaktadır.
Dergahın büyük Mimar Sinan'ın eseri olan camisinin etrafında olağanüstü bir boğaz manzarası var. Aynı muhteşem manzara caminin içinden de görülüyor. Manzara karşısında kılmak isteyenleri görünce, şair Orhan Veli'nin "Gemliğe doğru denizi göreceksin sakın şaşırma" şiirini, "boğaza karşı namaza duracaksın sakın şaşırma'" diye çeviresi geliyor insanın.
Yazının sonunu yine Maliye Müfettişliğiyle irtibatlandırarak bitirelim. Burayı ziyaret ederseniz merhum Maliye Müfettişi Baki Sanver üstadımızın boğaza bakan mezarının sizi karşıladığını görürsünüz.
Maliye müfettişliği öyle bir unvandır ki merhum üstad onu ebediyete intikal ettikten sonra bile gururla mezar taşında taşımaya devam ediyor.
Mezarlıklar üzerinden tarih okuması yapmak, hatta farklı bir tarih okuması yapmak isteyenler abide-i hürriyet meydanına gidebilirler.
İsteyenler, İstanbul Adliyesi'nin yanındaki meydanı ve orada bulunan Taif'de sürgünde iken zindanda ölen/öldürülen merhum Mithat Paşa'nın, kardeşi sonradan Irak başbakanı ve kendisi 31 mart vakasını bastıran ordunun komutanı olan ve 1913 yılında katledilen Mahmut Şevket Paşa'nın, İttihat ve Terakki Fırkasının genel sekreteri Mülkiyeli Mehmet Şükrü Bleda'nın, İttihat ve Terakki liderleri Talat Paşa ile Enver Paşa'nın kabirlerini ziyaret edebilirler.
Sahi, Enver Paşa Orta Asya’da rahmete ermemiş miydi, kabri ne zaman oraya taşındı? Peki, merhum Talat Paşa yurtdışında katledilmişti değil mi, onun mezarı ne zaman oraya taşındı? Meraklısı araştırsın.
Dikkatle bakılırsa her çeşit tarih okuması için mezarlıklar, gerçek birer anıtsal belge, hatta daha da ilerisi gerçek birer arşivdir.
Kıymetini bilmememize ve yanlış şehirleşmemize inat bir çok tarihi ve doğal mekanı hâlâ cennet olan İstanbul için, umarım "mekanı cennet olsun" demeyiz
Dönüşüm ve riskli alan adı altında da vatandaşın mülkiyet ve yaşam hakkı elinden alınıyor
© Tüm hakları saklıdır.