Pazartesi sabahı geldim Çağlayan Adliyesi'ne, on aydır hapis yatmakta olan Nazlı Ilıcak'ın, Ahmet Altan'ın, Mehmet Altan'ın davasını izlemek için.
Hiç kolay olmadı.
Zaman aldı, yorucu oldu.
Önce zavallı bir iddianameyi saatler boyu dinlemek zorunda kaldım.
İşkence bununla sınırlı kalmadı.
Pazartesi sabahı saat 10'da başlayacağı ilan edilen duruşma önce saat 14'e ertelendi.
Mahkeme salonu iki kere değiştirildi. Her seferinde içeri girebilmek için itiş kakışlar, bağırış çağırışlar yaşandı. Davayı izlemek için gelenlerin bir bölümü içeri giremedi.
Birinci gün böyleydi.
İkinci gün de farklı değildi.
Üçüncü gün, çarşamba günü de farklı geçeceğine dair herhangi bir umut ışığı yoktu sabah vakti.
Çarşamba sabahı saat 10 civarında geliyorum Çağlayan'a. Koridorda herkes tıkış tıkış yine beklemede.
Duruşma küçük salona alınmış.
Ve yine ilan edilen saatte başlamıyor duruşma. Sadece avukatlar içeri alınmış. Basına henüz izin yok.
"Önce yerel basın girecek" diyor güvenlik görevlileri, "Adliyede çalışan basın yani... Yer kalırsa sıra size gelecek..."
Bir günde bitebilecek duruşma üç güne yayılıp gidiyor.
Şaka gibi...
Perşembe gününe de sarkabilir diyor avukatlar ve bu tahminlerinde yanılmıyorlar. Ahmet Altan'ın savunması bir gün daha bekleyecek.
Kocaman adliye sarayları yapmak ne düzen, ne hukuk, ne de adalet getiriyor, her bakımdan dökülüyor adalet...
Her şeye rağmen, bunca zaman sonra Sevgili Nazlı'yla, Mehmet'le ilk kez selamlaşmak, uzaktan da olsa hâl hatır sormak, sevgili Ahmet'i ekranda da olsa canlı görebilmek iyi geliyor.
Nazlı, Mehmet, Ahmet...
Hiçbiri darbeci de değil, terör işbirlikçisi de değil, "FETÖ terör örgütü" üyesi de değil.
Onları böyle ilan edebilen, on aydır demir parmaklık arkasında tutan zavallı bir iddianameyi saatler boyu dinliyorum.
İçim daralıyor.
Sevgili Nazlı'nın pazartesi günü başlayıp salı günü öğleden sonra da devam eden savunmasına kulak veriyorum.
Sanki karşımda konuşuyor, sanki elimizde birer fincan kahve sohbet ediyoruz. Fethullahçı olamayacağını, darbeci hiç olamayacağını heyecanlı heyecanlı, haklı bir dille anlatıyor.
Bir ara söz, 27 Mayıs darbesinin mağduru olan babasına gelince hıçkırıyor, gözyaşlarını tutamıyor Nazlı...
İçim acıyor.
Mehmet Altan'ı izliyorum.
Yüzünü bizim sıralara dönünce el sallıyorum.
Yüksek tansiyonu var.
Avukatları, bu nedenle sevgili Mehmet'in savunmasının öne alınmasını istiyor ama mahkeme heyetinden ret
geliyor.
Çarşamba sabahı saat ancak 11 civarı başlıyor duruşma. Saat 11:20'de içeri girebiliyor gazeteci milleti...
Bu arada bir savunma daha dinliyorum.
Kulaklarıma inanamıyorum.
Sanık, polis olan ve siyasi şubede çalışan babasının, bir zamanlar, 13-14 yaşındayken, kendisini nasıl işkencelere götürdüğünü, nasıl "Bu bizim devlet görevimiz" dediğini anlatıyor, soğukkanlı bir dille...
Dehşete kapılıyorum verdiği irkiltici ayrıntılardan...
Sıra, Ahmet'le Mehmet'e bir türlü gelmiyor.
Çarşamba öğlen yine ara, saat 14'e kadar... Sonra yine itiş kakış içeri giriyoruz. "İşkenceci baba"nın oğlu savunmasına devam ediyor.
Ve sıra nihayet Mehmet Altan'a geliyor, on aylık hapsin sonunda savunmasına başlıyor.
Bu arada mahkeme heyeti üyesi bir yargıcın gözleri kapanıyor, anlaşılan yemek sonrası hazma geçmiş olmalı ki ufak ufak kestiriyor.
Mehmet Altan’ı dinliyorum:
"Demokrasinin katledilişine alkış tutmadığım için burada olduğumun bilincindeyim."
Mehmet Altan, iddianameyi delik deşik ederken, mahkeme heyeti katından bir türkü sesi yükseliyor. Cep telefonunda kurulmuş bir alarmın azizliği galiba...
Gülüşüyoruz.
Mehmet Altan devam ediyor:
Görüyorum ki, “hoşlanılmayan demokratlar”, “eleştiri yapan özgürlükçüler”, “askeri vesayete herkesten çok karşı çıkanlar”, “28 Şubat gibi post-modern darbelere herkesten fazla karşı çıkanlar” zorla susturuluyor.
Savunmasında şu sözlerinin altını çiziyorum:
Devleti çeteden ayıran en önemli özellik evrensel hukuk kurallarına ve kendi çıkardığı yasalara uyma özen ve titizliğidir.
Devletin yaptırım gücü, hukuksal mevzuattan koptuğu an orman yasaları devreye girer.
Devleti ele geçirdiğini sanan güç, istediğine istediğini yapmaya başlar.
Hukuk buharlaşır.
15 Temmuz vahşi ve kanlı darbe girişimi ertesinde, bu kanlı vahşetin fiili sorumlularının cezalandırılması beklenirken, devletin yaptırım gücü ile hukuk arasındaki bağın koptuğunu gördük.
Siyasetin “Allah’ın lütfu” olarak nitelediği bu yeni dönem, “hoşa gitmeyen” tüm seslerin ve kişilerin susturulması ve cezalandırılmasına yöneldi.
Ben de bu cezalandırılmak istenenlerden birisiyim.
Maalesef hukukun öldüğü, algı operasyonu üzerinden yargılama yapıldığı, ‘medya yargıçlığının’ revaçta olduğu, askeri darbe dönemlerinde bile rastlamadığım bir utanç dönemi yaşıyoruz.
Dün ‘’askeri vesayet’’ andıçlamıştı, bu gün aynısını ‘’siyasi vesayet’’ yapıyor.
Sevgili Mehmet'in sözünü ettiği hukukun buharlaşmış hâllerine, askeri darbe dönemlerinde bile rastlanmayan bir utanç dönemine bugün Erdoğan-Bahçeli-Perinçek üçlüsü sahip çıkıyor.
Mehmet Altan savunmasına şöyle devam ediyor:
400 küsur davadan geçmiş bir ailenin ferdi olarak, hiç görmediğim, duymadığım, rastlamadığım bir siyasal söylemle oluşturulan hukuk gerekçesiyle ve “örgüt üyesi olduğum” iddiası ile tutuklandım.
9 aylık süreç sonunda, sosyal yaşantım nedeniyle, “İslamcı bir örgüt üyesi olamayacağım” noktasına geldi.
İddianameye göre, İslamcılıkla alakam yok ama gene aynı iddianameyle “teokratik bir devlet kurmak” için "kanlı ve vahşi bir darbe girişimine” zemin hazırlamak gayreti içinde olmakla suçlanıyorum.
İddianame sayfa 155’de FETÖ/PDY örgütünün amacı; ‘‘Şer’i yasaların hâkim olduğu teokratik bir devlet kurmak...’’ olarak gösteriliyor.
Sosyal yaşantım nedeniyle üye olamayacağım bir İslamcı terör örgütü, teokratik devlet kursun diye mi darbe zeminini yaygınlaştıracağım?
Yıllarca Siyasal İslam’a ağır eleştiri getiren pek çok yazım varken üstelik.
Mehmet Altan 28 Şubat'a getiriyor sözü:
28 Şubat döneminde garip bir tesadüfle ve gene bu mahkemenin sanığı ağabeyim Ahmet Altan ile post modern darbe failleri tarafından yani darbeciler tarafından andıçlandık, bu andıcı da gene mahkemede sanık Nazlı Ilıcak buldu, ortaya çıkardı.
28 Şubat andıcının bugün beni hedef alan zihniyetle neredeyse aynı olan maksadını hatırlatmak isterim;
'’Adı geçen gazetecilerin kamuoyunda saygınlığının azaltılması ve itibarının düşürülmesi ile terör örgütüne sağladığı dolaylı destek ile ilgili aleyhlerine kamuoyu oluşturulması...’’
Bugün görüyoruz ki;
28 Şubat failleri yargılanıyor ama andıçlama ve andıç anlayışı daha da canlanmış olarak yaşıyor.
Eğer benim gibi yıllarca hem askeri vesayet hem de sivil vesayete,
eğer benim gibi yıllarca hem askeri darbeye hem de din devletine karşı iseniz, gene benim gibi bir ömür evrensel bir demokrasi ile AB üyesi bir anlayışla Cumhuriyetin demokratikleşmesini isterseniz,
bunun için çaba sarf ederseniz sizi hem askeri darbeler hem sivil vesayet andıçlar.
Askeri vesayete karşı onca çabanız herkesin malumu iken, örgüt üyesi olmadığı halde darbeci, ‘demokratik laiklik’ için onca yazı, yıllardır değişmeyen duruşunuza ve sözünüze rağmen ‘İslamcı bir örgütle iltisaklı’,
Anayasal demokratik düzenin nitelik kazanması için onca çabanız karşılığında “hükümeti darbeyle ortadan kaldırmaya” yönelik bir terörist olarak andıçlanıverirsiniz.
Mehmet Altan, iddianameyi delik deşik ediyor; hukukun bizim memlekette nasıl buharlaştığını çırıl çıplak anlatıyor; demokrasinin nasıl katledildiğinin altını çiziyor.
Saat 17.30'da savunması bitiyor.
Ahmet Altan perşembe sabahına kalıyor.
Mehmet’le ayaküstü şöyle bir sohbet bir anda gözlerin dolmasına yol açıyor.
Mehmet Altan'ın enfes savunmasını dinlerken, mahkeme heyetinin sağ tarafında, yüksekteki ekrandan Ahmet Altan'ı da seyrediyorum.
Tuhaf bakışlı adam, üç gündür, kaç saattir orada sabırla oturuyor, izliyor.
Hepsi çıksalar da, yeniden buluşsak gürültülü masalarımızın etrafında bir an önce...
Yıllar çabuk geçti, geçiyor, önümüzdeki zaman kısalıyor çünkü...