İktidarla ana muhalefet hâlâ uzlaşamıyor barış ve demokrasinin temel sorunlarında. Ve Demirel’le Ecevit’i otuz küsur yıl önce bir Eylül sabahı derdest edip hapse atan askeri rejimin anayasası ve yasaları bu ülkede hâlâ demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, özgürlük ve insan haklarını ikinci sınıflığa mahkûm etmeye devam ediyor.
Geçmişte olduğu gibi bugün de siyasette uzlaşma hâlâ yok. Gerçek diyalog hâlâ yok. Hoşgörüydü, tahammüldü hâlâ yok. ‘Uzlaşma geleneği’nden yoksun siyasal kültürümüzü bir türlü değiştiremiyoruz. Politikayı dediğim dedikçi bir çizgide yapmayı hâlâ marifet sanıyor siyasetçilerimiz... Bizde demokrasi kültürü bu kadar, yazık.
Gazeteci olarak 1970’li yılların siyasetini daha çok Ankara’da yakından izlemeye çalışmıştım.
O tarihlerde politikaya damgasını vuran iki lider ön plandaydı:
Demirel’le Ecevit.
Biri Adalet Partisi’nin, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi’nin başında, bazen başbakan, bazen ana muhalefet lideri olarak Türkiye’nin siyasal kaderiyle oynamışlardı.
Birbirlerinden hiç hoşlanmazlardı.
Hatta sevmezlerdi birbirlerini.
Neredeyse bir selam sabahı bile birbirlerine çok görürlerdi.
Birinin ak dediğine, öteki kara derdi.
Siyaset anlayışları böyleydi.
Oysa ‘demokrasinin ortak platformu’nda buluşmaları gerekiyordu. Çünkü 1970’lerde ana baba günleri yaşayan Türkiye’nin altı üstüne geliyor, fokur fokur kaynıyordu memleket.
Göz göre göre yeni bir askeri darbe adım adım yaklaşıyordu.
Darbenin yolunu kesmek...
İki yol vardı önümüzde:
Ya erken seçim, ya büyük koalisyon.
Darbenin yolunu kesecek olan bu iki alternatiften biriydi. Demirel hemen erken seçimi, Ecevit ise AP ile CHP arasında bir büyük koalisyonu savunuyordu.
Ama gel gör ki, iki liderin ‘uzlaşma’ya hiç mi hiç niyetleri yoktu. İkisinin de ego ve kibir meselesi, demokrasinin gerektirdiği uzlaşma yolunu tıkıyordu.
Ayrıca, her ikisinin de böyle bir ‘demokrasi kültürü’nden yeterince nasiplendikleri söylenemezdi.
Arada bir zevahiri kurtarmak için yaptıkları uzlaşma çağrılarının hemen arkasından, birbirlerini en ağır dille eleştirmeyi, suçlamayı alışkanlık edinmişlerdi, bu davranışı doğru siyaset sanıyorlardı.
Demirel, erken seçim der ama aynı zamanda Ecevit’i komünist ilan ederdi. Ecevit, büyük koalisyon teklifi yaparken bile Demirel’e faşist derdi.
Darbeci askerler, her ikisini de 12 Eylül sabahı evlerinden topladılar hapse atmak üzere. Eşleri Nazmiye Hanım ve Rahşan Hanım’la birlikte uçağa bindirip karşılıklı koltuklara oturttular.
Bunu bilhassa yaptılar.
Ama iki lider darbe sabahı hapse giderken bile yüz yüze gelmemeye çalıştılar. Bu arada Demirel, cebinden hiç eksik etmediği küçük anayasa kitapçığını arada bir çıkarıp sallayarak darbeden dert yanıyordu:
“Kardeşim, bu bunun neresinde yazıyor, neresinde?..”
(Hasan Cemal, Türkiye’nin Asker Sorunu, sayfa 26)
Kötü alışkanlıklar devam ediyor
Darbecilerin derdest ettikleri, biri başbakan, diğeri ana muhalefet lideri iki siyasi liderin bu halleri gerçekten hazindir.
Türkiye’nin bir daha böylesine acıklı manzaralara tanık olabileceğine ihtimal vermiyorum.
Ama yine de değişmeyen bir şey var.
Demirel’le Ecevit’e - ve geçmişteki birçok lidere - musallat olmuş olan kötü alışkanlık bugün de devam ediyor.
Siyasette uzlaşma hâlâ yok.
Gerçek diyalog hâlâ yok.
Hoşgörüydü, tahammüldü hâlâ yok.
‘Uzlaşma geleneği’nden yoksun siyasal kültürümüzü bir türlü değiştiremiyoruz. Politikayı dediğim dedikçi bir çizgide yapmayı hâlâ marifet sanıyor siyasetçilerimiz...
Bizde demokrasi kültürü bu kadar.
Ne yazık ki öyle.
Üslup, seviye felaket!
1950’lerde İnönü’yle Bayar ya da Menderes’ten, 1970’lerde Demirel’le Ecevit’e, 1980’lerde Özal’la Demirel’e, 1990’larda Çiller’le Yılmaz’a ne değişti ki, bugün değişsin diyebilirsiniz.
Evet, bugün de uzlaşma değil çatışma kültürü damgasını vuruyor siyaset sahnemize.
Üslup, seviye felaket!
İktidar ve ana muhalefet liderleri Tayyip Erdoğan’la Kemal Kılıçdaroğlu siyaseti eskiler gibi, geçmişte olduğu gibi hâlâ siyah beyaz oynuyorlar. Demokrasiyi ilgilendiren temel meselelerde uzlaşmanın yanına bile yaklaştıkları yok.
Oysa geçmişten yeterli ders çıkarsaydık, barış ve demokrasi açısından bugün çok daha farklı bir yerde olabilirdik.
Türkiye kaç tane askeri darbe yaşadı.
Her darbe sonrasında değişik çizgideki siyasal liderler, partiler, demokrasinin ortak platformunda buluşabilir, birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletinin gerekli kıldığı reformlarda anlaşabilirlerdi.
İspanya’da, Yunanistan’da, Portekiz’de böyle olmuştu. Sosyal demokratlar, sosyalistler, muhafazakârlar demokrasi platformunda el ele vererek, önce rejimin demokratik çerçevesini çizmişler, sonra da demokrasinin oyun kuralları içinde siyasal mücadeleye barış içinde devam etmişlerdi.
Türkiye’de bu olmadı.
Bunu başaramadık.
Hâlâ başarabilmiş değiliz!
Maalesef hâlâ başarılı değiliz.
Demirel’le Ecevit’i otuz küsur yıl önce bir Eylül sabahı derdest edip hapse atan askeri rejimin anayasası ve yasaları bu ülkede hâlâ demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, özgürlük ve insan haklarını ikinci sınıflığa mahkûm etmeye devam ediyor.
İktidarla muhalefet hâlâ uzlaşamıyor.
İktidarla muhalefet bu ülkede barışla demokrasinin canına fena halde okumuş Kürt sorunu konusunda hâlâ aynı dalga boyunda buluşamıyorlar.
Birinin ak dediğine, öbürü kara diyor.
Yazık değil mi?
O kadar zor muydu iktidarla ana muhalefetin, Ak Parti’yle CHP’nin, Kürt sorununu da barışçı çözüm rayına oturtacak ve Türkiye’de barış ve demokrasinin temel çerçevesini çizecek yeni bir anayasada uzlaşmaları?..
Duyuyorum, kulağıma geliyor şimdi iki taraftan da çıkan sesleri... Hepsi anlatıyor kendilerinin ne kadar haklı olduklarını...
Laf öğütmek kolay.
Bunca yıl sonra lafa karnım tok.
Erdoğan’la Kılıçdaroğlu da laf öğütmek yerine, ara sıra zaman ayırıp geçmişimizi şöyle bir düşünebilseler...
Galiba, boşa konuşuyorum değil mi?