Silahlara veda takvimi işlemeye devam ediyor. Dünden itibaren çekilme süreci başladı. Yalnız kritik değil, aynı zamanda tarihi bir dönemeç bu. Kürt sorununu demokrasi ve eşitlik temeli üstünde çözmeye yönelen bir Türkiye, paçalarından yıllar yılı geriye çekmiş olan bir ‘tarih’ten de kurtulma ve kendini yenileme fırsatını yakalayacaktır.
Erdoğan, barış sürecinin gerisini nasıl getirecek sorusu da meşru ve haklı bir sorudur. Erdoğan’ın demokrasiye ilişkin kırık notları ve eksileri barış sürecinin altını doldurabilecek mi şüphesini ister istemez gündemde tutuyor. Ancak Erdoğan’la ilgili bu haklı soru, gelinmiş olan dönemecin tarihi niteliğini de ortadan kaldırmaz, Erdoğan’ın bu konudaki siyasal cesaretini gözardı etmeyi de gerektirmez.
Önce 21 Mart’ta Öcalan’ın artık silahlı mücadelenin sona erdiğini ilan ettiği Newroz çağrısı geldi:
“Silahlar sussun, fikirler konuşsun!”
İki gün sonra 23 Mart’ta, Murat Karayılan Kandil’de silahların sustuğunu, bir başka deyişle ‘ateşkes’i ya da eylemsizlik halini açıkladı Kandil’de.
Bundan bir ay sonra 25 Nisan’da da, yine Karayılan Kandil’de düzenlediği basın toplantısında, PKK’nın silahlı unsurlarının 8 Mayıs’tan, yani dünden itibaren Türkiye sınırlarının dışına çıkmaya başlayacağını açıkladı.
Kısacası, bir takvim işliyor.
Silahlara veda takvimi bu.
Çözüm süreci de, barış süreci de diyebilirsiniz.
Çok kritik bir dönemeçteyiz. Yalnız kritik değil, aynı zamanda tarihi bir dönemeç bu.
Dağda silahların susmasıyla, Kürt sorununun barışçı bir çözüm rayına oturmasıyla, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’nin önü daha fazla açılabilecek. Türkiye, hem ekonomik hem siyasal açıdan çok daha ileriye gidebilecek.
Kürt sorununu demokrasi ve eşitlik temeli üstünde çözmeye yönelen bir Türkiye, paçalarından kendisini yıllar yılı geriye çekmiş olan bir ‘tarih’ten de kurtulma ve yenilenme fırsatını yakalayacaktır.
Şu da söylenebilir:
Barış süreci demokratikleşmeyi hızlandırırken, demokratikleşme de barış sürecini kalıcı ve adil kılabilecek.
Evet, Çin Seddi yok!
Barışla demokratikleşme, bu birbirine muhtaç ve birbirini besleyecek olan süreçler elbette kendiliğinden, otomatiğe bağlanmışçasına işlemeyecek.
Keşke işleyebilseler…
Ama burası Türkiye…
Onun için böyle bir hayal kurduğum yok. Hem kalıcı barışın, hem demokratikleşmenin tereyağından kıl çeker gibi gerçekleşemeyeceğini ve bunun nedenlerini biliyorum. Ancak, geçen haftaki bir yazımda da belirttiğim gibi:
Barışla demokratikleşme arasında Çin Seddi yok!
Parmakların tetikten çekildiği bir ortamda, barışla demokrasi koşullarını kapalı kapıların arkasında ve önünde konuşmak çok daha kolay olabilecek.
Ayrıca, bu koşulların daha önce Ankara’yla İmralı arasında konuşulmadığı söylenemez. Kimse kimseyi aldatmasın.
Demokratikleşme boyutu da olan bir yol haritası vardır, daha önce oluşturulmuştur taraflar arasında. Zaten olmasaydı, işler bugünkü tarihi dönemece gelmez, gelemezdi.
Bir noktayı bir kez daha vurgulamakta yarar var:
Demokratikleşmenin eşlik etmeyeceği bir süreçte barışın kalıcı olması, gerçek ve adil olabilmesi mümkün değildir.
Babacan’la birinci sınıf demokrasi, birinci sınıf hukuk devleti…
Demokratikleşmede hedef, Türkiye’nin birinci sınıf demokrasi ve hukuk devleti olmasıdır.
Örneğin, bu konuda, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, önceki gün bu yılki Forum İstanbul’u açarken şöyle dedi:
“Siyasi reformlar açısından arzu ettiğimiz noktada değiliz. Henüz birinci sınıf bir demokrasi olduk diyemiyoruz. Henüz birinci sınıf bir hukuk devleti olduk diyemiyoruz. Temel haklar ve özgürlükler konusunda dünyanın en ileri uygulamalarına henüz uzağız. On yıldır mesafe kat ettik ama ulaşmamız gereken noktanın hâlâ çok gerisindeyiz. Bunu iyi bilmemiz gerekiyor.”
(Dün de AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, çekilmeyle ilgili açıklamasında “Türkiye’nin yarım yamalak demokrasiyle bir yere gidemeyeceğini” söyledi, yargı düzeninde de yeni reformlar gereğinden söz etti…)
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan geçen yılın Mart ayında Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde yaptığı konuşmada da birinci sınıf demokrasi konusuna hukuk bağlamında şöyle değinmişti:
''Türkiye, gerçek anlamda bir hukuk devleti olmadıkça, birinci sınıf ekonomi olamaz, birinci sınıf demokrasi olamaz. Gerçek anlamda hukuk devleti olmayan bir Türkiye'nin, dünyanın en büyük 10 ekonomisinden birisi olması da hayaldir.”
Türkiye ekonomisinin son on yılda dikiş tutarak istikrarlı bir büyüme rayına oturmasının sessiz mimarı olan Ali Babacan’ın birinci sınıf demokrasi ve hukuk devleti gerçeğinin altını böylesine çizmesi önem taşıyor.
Erdoğan’la ilgili haklı sorular ama…
Türkiye’yi buraya hayatın gerçekleri getirdi. Ekonominin direksiyonunda olan bir siyasetçi, ekonominin daha iyiye gitmesi, daha çok büyümesi için ‘birinci sınıf hukuk devleti’ni şart koşuyor; geri bir yargı düzeniyle, ikinci sınıf demokrasiyle Türkiye’nin ekonomik bakımdan bir sınırın ötesinde tıkanacağını belirtiyor haklı olarak.
Bu gerçeği aklı başında herkes uzunca bir zamandır görmüş durumda. ‘İç barış’ını sağlayamayan, demokrasi ve hukuk devletinden yoksun bir Türkiye’nin daha ileriye gitmesi, bölgesinde daha güçlü, daha etkili bir ülke haline gelmesi başka türlü mümkün değildir.
Hayatın gerçeği dediğim bu.
Nitekim Tayyip Erdoğan da bu gerçeği gördüğü içindir ki, çözüm süreci konusunda düğmeye basmıştır.
Gerisini nasıl getirecek, getirebilecek mi sorusu hiç kuşkusuz meşru ve haklı bir sorudur. Erdoğan’ın demokrasiye ilişkin kırık notları ve eksileri, barış sürecinin altını doldurabilecek mi şüphesini ister istemez gündemde tutuyor.
Ancak Erdoğan’la ilgili bu haklı soru, gelinmiş olan dönemecin tarihi niteliğini de ortadan kaldırmaz, Erdoğan’ın bu konudaki siyasal cesaretini göz ardı etmeyi de gerektirmez.