Avrupa milliyetçiliği aşamadı, aşamıyor.
Britanya'da Boris Johnson'ın seçim zaferi bunun en son çarpıcı ürünüdür.
İnsanlığın başına Hitler gibi, Mussolini gibi, Franco gibi, İkinci Dünya Savaşı gibi, Holokost gibi korkunç belaları saran milliyetçilik, sanki bütün bu trajediler yaşanmamış gibi yeniden yükselişte.
İntikam üstüne intikam alıyor. Demokrasiye darbe üstüne darbe indiriyor.
Oysa, Avrupa Birliği milliyetçiliği aşmak için, milliyetçilik virüsünü yok etmek için sahneye çıkmıştı İkinci Dünya Savaşı sonrasında.
Tarihin en büyük barış projesiydi.
Temellerini attığı ulus-üstü yapılarıyla yaşlı kıtada 'ulus-devlet'i tarihe gömecek, ulusal sınırları silecekti.
Özgürlük ve insan haklarıyla, hukuk devleti, bağımsız yargı ve güçler ayrılığıyla, bağımsız ve özgür medyasıyla 'liberal demokrasi'yi Avrupa'da bir daha geri dönülmeyecek şekilde oturtacaktı.
Bunun için Amerika'yla Avrupa arasında savaş sonrası kurulan büyük ittifak, 1989 yılında Berlin Duvarı'nın yıkılmasına ve liberal demokrasilerin yükselişine zemin hazırlamıştı.
1989'da tarihin sonu yaşanıyordu.
Liberal demokrasiler ve küresel kapitalizm artık önünde hiçbir engel tanımayacaktı.
Uzun yıllar tanımadı da.
Ama gel gör ki, 2008'de ABD'de patlayan finans krizi henüz 'tarihin sonu'nun gelmediğini bütün dünyaya gösterdi.
Küresel kapitalizmin ne kadar büyük dengesizliklere yol açtığı da gözler önüne serilmiş oldu.
Eşitsizlik, gelir dağılımda adaletsizlik, sağlık, konut, eğitim gibi refah düzeyini belirleyici alanlardaki kötüye gidiş ve tabii işsizlik, geniş kitlelerin gözünde mevcut siyaset kurumlarına, seçilmiş parlamentolara ve hükümetlere, sahnedeki liderlere dönük güveni çok fena azalttı.
Siyasal ve ekonomik elitlerle ilgili olarak, "Bunlar bizi değil, sadece kendi çıkarlarını kolluyor" bakış açısı yaygınlaştı.
Ayrıca, bu yönetici 'elitler' kitlelerin gözünde kibirli ve yozlaşmış ayrı bir sınıf olarak görülmeye başladı.
Bütün bunlara göçmen, terör, İslam ve yabancı düşmanlığı da eklenince, özellikle ABD ve Avrupa'da milliyetçilik ve popülizm tırmanmaya başladı.
Kitleler kendi hayat tarzlarının, kendi geleceklerinin tehdit altında olduğuna inanmaya, bunun için de siyasette değişim aramaya başladılar.
Başkan Trump sahneye böyle çıktı.
2016'da başkan seçilirken elit düşmanlığı yaptı.
Göçmen düşmanlığı yaptı.
Irkçılık yaptı.
Siyahlara tembel dedi. Meksikalıları ırz düşmanı ilan etti.
Müslümanlara İslamcı terörist damgası vurdu.
"Bana milliyetçi deyin, ben milliyetçiyim" diyen ilk Amerikan Başkanı oldu.
Kendisini eleştiren medyayı halk düşmanı ilan etti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ülkesinin dünyadan elini ayağını çekip kendi evine kapanmasını isteyen ilk Amerikan Başkanı oldu.
Demokrasinin temel değerlerine, bağımsız yargıya, güçler ayrılığına, hukuk devletine, azınlık haklarına boş verdiğini hiç gizlemedi.
Avrupa Birliği'nden hoşlanmadığını her seferinde açığa vurdu.
Ve Trump bugün çok memnundur, Boris Johnson'un büyük seçim zaferine sevinmiştir.
Çünkü Johnson da onun gibi Avrupa Birliği düşmanı...
Onun gibi farklı fikirlere tahammülsüz...
Irkçılığa açık...
Yabancı düşmanlığına yatkın...
Johnson da Trump gibi liberal demokrasinin kurumlarından, parlamentodan, bağımsız yargıdan hazzetmiyor.
Johnson'un siyaset tarzında da, tıpkı Trump gibi şov ve yalan epeyce ağır basıyor.
Johnson da, tıpkı Trump gibi, sıkı bir elit düşmanı...
Eton Koleji ve Oxford Üniversitesi gibi İngiltere'nin en elit eğitim kurumlarından yetişmesine rağmen, neredeyse bütün seçim kampanyasını elit düşmanlığı üzerinden yaptı.
Son olarak şu da söylenebilir:
Boris Johnson artık bir muhafazakar değil, Trump gibi bir milliyetçi, bir radikal popülist ya da 'aşırı sağcı'dır.
Johnson'ın seçim zaferine Trump kadar sevinen bir başka lider varsa, o da Putin'dir.
Avrupa Birliği'nin temellerine inen büyük darbe ve Batı'daki bölünme, Rus lideri hiç kuşkusuz memnun etmiştir.
Yalnız Putin değil, Macaristan'ın Orban'ı da, Polonya'nın Kaczynski'si de, Fransa'nın Marine Le Pen'i de, Almanya'nın Almanya için Alternatif partisi de, Avusturya'nın Özgürlük Partisi de Boris Johnson'ın yükselişine fazlasıyla sevinmiştir.
Sevinmişlerdir, çünkü milliyetçilik, liberal demokrasi ve özgürlüğün temellerini kemirmeye devam ediyor.
Çünkü Avrupa, insanlığın başına korkunç belaları sarmış milliyetçiliği bunca müsibete rağmen, ne yazık ki aşamadı, aşamıyor.
Çok hazin.