06 Nisan 2024

31 Mart yerel seçimleri uluslararası alanda umut kaynağı oldu

Birçok ülkenin her geçen gün daha fazla otoriterleştiği uluslararası ortamda, Türkiye 31 Mart’ta özgürlük ve demokrasi yolunda çok önemli bir adım atarak dünyaya örnek oldu. Bundan sonra yapılması gereken, şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, demokrasi ve hukuk devleti mücadelesini sonuca ulaştırmaktır...

CHP ve ona güvenen kitleler zoru başardı

31 Mart yerel seçimlerinde CHP’nin kazandığı başarı Türkiye’nin üzerindeki kara bulutların dağılacağına dair umutları arttırdı. Bu başarı Ekrem İmamoğlu’nun da vurguladığı üzere, otoriter rejimlerin her yerde yükseldiği bir dönemde, başta çevre ülkeler olmak üzere tüm dünya için umut kaynağı oldu. Türkiye uzun zamandır ilk kez olumlu şekilde dünya gündemine oturdu.

Siyasi rüştünü bu seçimlerde ispatlayan Özgür Özel’in başkanlığındaki CHP, seçmenin desteğini korumaya başarırsa, dünyaya örnek olacak bir demokratik dönüşümü gerçekleşebilir. Geçen yüzyılın başında Atatürk’ün liderliğinde laik ve çağdaş Cumhuriyet’i kurarak dünyaya örnek olan Türkiye, bu kez kolektif bir liderlik altında, geriletilen Atatürk’ün mirasını ileriye götürerek dünya için yeniden örnek haline gelebilir. 31 Mart başarısının onuru her kesimden önce değişime cesaret eden CHP kadrolarına, liderlerine ve elbette AKP iktidarının tüm baskı ve olumsuz uygulamalarına rağmen her seçimde yılmadan laik ve demokratik bir Türkiye için sandıklara giden milyonlarca CHP seçmenine aittir.

Kitlelerin kötü ekonomik gidişattan duydukları memnuniyetsizlik ve AKP liderinin ideolojik saplantılarına kurban edilen ekonominin bu iktidar altında düzeltilebileceğine dair umutların tükenmesi, kuşkusuz CHP adaylarının beklenenin üzerinde desteklenmesini sağladı. AKP yönetiminden  memnun olmayan farklı görüşten seçmenler de Özgür Özel’in baştan öngördüğü gibi sandıkta bir Türkiye ittifakı kurarak oylarını CHP adaylarının lehinde kullandılar ve bu kadroya güven duyduklarını ortaya koydular.

31 Mart seçimlerinden çıkarılacak en önemli derslerden biri Batı'da olduğu gibi seçim yenilgilerinden sonra parti liderlerinin koltuklarını bırakma basiretini göstermeleri gereğidir.

Türkiye’de demokrasinin önünü tıkayan başlıca sebeplerden biri parti içi demokrasi kültürünün bulunmaması, liderlerin koltuklarına yapışmalarıdır. Türkiyede parti içi demokrasi eksikliği bir yasal düzenleme meselesi olmaktan ziyade, bir siyasi kültür zaafı olarak görülmelidir. CHP’nin hem geçmişte hem de bugün, iç mücadeleyle de olsa parti liderini değiştirebilme basiretini gösterebilmesi, başarıya giden yolun taşlarını döşemiştir. Bütün zaaflarına rağmen CHP bu olgunluğu 1970’lerde de gösterebilmiş, İstiklal Savaşı kahramanı, Atatürk’ten sonraki ikinci adam İnönü’nün yerine genç Ecevit’i parti başkanlığına getirebilmesi sayesinde o dönemde hatırı sayılan seçim zaferleri elde edebilmiştir.

1970’lerde CHP’de tek kişinin, Ecevit’in liderliği sözkonusuydu. Şimdi ise seçim başarısında üç liderin paydaşlığından söz etmek mümkün: Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş. Kitlelerin inandığı bu üç isim kendi aralarında kırıcı bir liderlik mücadelesine girmedikçe, ikinci yüzyılda çağdaş ve demokratik bir Türkiye’nin temellerini atarak tarihe geçme şansına sahip olacaklardır.  Artık Türkiye’nin önünde çağdaş uygarlık rotasına dönmek için yeni fırsat var.

31 Mart’tan sonra Türkiye değişime gebedir

31 Mart seçim yenilgisinden sonra iktidarın sanki hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam etmesi bundan böyle mümkün değil. Cumhurbaşkanı bunun bir son olmadığını, iktidarın önünde bir dört yıl daha bulunduğunu, yenilgiden gereken derslerin alınacağını söylemiş olması farklı şekillerde değerlendirilmektedir. Türkiye’de bundan sonra yumuşama bekleyenler olduğu gibi, iktidarın aksi yönde adımlar atama olasılığının bulunduğunu, iplerin gerilebileceğini söyleyenler de var. Bu ikinciler ilk başta faturanın Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e çıkarılacağını, ardından sertleşme geleceğini iddia ediyorlar.

Mehmet Şimşek’in 2023 seçimlerinden sonra ekonominin başına getirilmesi bilim dışı ekonomik politikaların iflas ettiğinin en açık ikrarıydı. Mehmet Şimşek görevden ayrılsa dahi onun başlattığı ekonomik politikalardan vaz geçmek artık mümkün görünmüyor. Ama Mehmet Şimşek’in göreve başlarken sözünü ettiği rasyonel yaklaşımın tek başına işe yaramadığı da açık. Çünkü Türkiye’de enflasyonun önlememesinin, döviz kurlarının bir türlü tutulamamasının nedeni çok daha derinlerde.

Türkiye hukuk devleti ve işleyen bir demokrasi olma yolunda inanılır adımlar atmadıkça, ne ekonomik ne de diğer sorunların çözüme kavuşturulma olasılığı var. Bu ise iktidarın otoriter yapısı ve ideolojik tercihleri nedeniyle olası görünmüyor. Mahkemelerin bundan böyle kritik davalarda yukarıdan talimat almadan karar vermelerini, kamu ihalelerininde şeffaflığın geçerli olmasını veya halkın anayasal bir hak olan gösteri ve toplantı hürriyetinden hiç bir engelle karşılaşmadan faydalanmasını beklemek aşırı bir iyimserlik olur.   

Oysa Türkiye’nin en azından karşılaştığı ekonomik sorunların üstesinden gelmek için ilk elde yapması gereken tam da budur. Mevcut şartlarda Türkiye bir hukuk devlet olma iradesini ortaya koymadıkça, ekonomisini düzeltmek için ihtiyaç duyduğu yabancı sermaye akışını sağlaması mümkün değildir.

İktidar seçimi kazansaydı, vakit geçirilmeden otoriter tek adam rejiminin daha da kök salması için yeni anayasa değişiklikleri tezgahlanacaktı. 31 Mart seçimlerinden sonra böyle bir değişiklik paketinin rafa kaldırılma olasılığı artmıştır. Ama bu hedeften tümüyle vaz geçildiğine dair umutlu olamamızı engelleyen gelişmeler daha ilk günden gelmeye başladı. Van’da seçimleri kazanan Abdullah Zeydan’ın mazbatasının verilmemesi bunların başında geliyor. Van’da durum şimdilik düzelmiş görünse de kapalı kapılar ardında hangi yeni hesapların yapıldığını bilmek mümkün değil. 

Ama bilinen bir şey var: Cumhurbaşkanı her ne kadar dört yıl daha iktidarda kalma niyetini beyan etmiş olsa da, Türkiye’nin bugünkü siyasi dengeleri ve karşılaşılan ekonomik ve siyasi sorunlar, iktidarı seçmenden yeniden yetki istemeye zorlayacaktır.  Bu yüzden bir-iki yıl içinde yeni bir seçimle karşılaşmamız muhtemel gözükmektedir.

Türkiye’nin önündeki sorunlar ancak demokrasi ve hukuk devleti ile çözülür

Türkiye’nin önünde uzun yıllardır çözüm bekleyen ciddi sorunlar var. Kürt sorunu belki de bunların en önemlisi. Laik düzende yapılan tahribatın onarılması diğer yakıcı bir konu. Kürt sorunu ve laiklik meselesinde olduğu gibi, ekonomide, dış politikada, kadın hakları ve diğer sosyal konularda, yargıda, ifade özgürlüğü alanında, eğitimde, sağlıkta, yerel yönetimlerde, çevre konularında, teknolojik alanda çözüm bekleyen pek çok sorun var. Bu sorunların hepsinin kaynağında hukuk devleti ve demokraside yaşanan zaaflar yatıyor.

Kürt sorunun terör tehditine indirgenemeyeceği ve salt güvenlikçi politikalarla, sınır dışı operasyonlar yapılarak çözümlenemeyeceği yüzlerce kez ispatlandı. Terörün beslendiği, kangren olmuş bu sorun ancak demokratik yöntemlerle, TBMM çatısı altında varılacak bir ulusal mutabakatla çözülebilir. Bu bağlamda 31 Mart yerel seçimlerinden sonra yapılacak ilk şey doğu belediyelerindeki kayyım uygulamalarına son vermek, Kürt halkının siyasi iradesine saygılı davranmak olmalıydı. Oysa, seçilmiş Van Belediye Başkanı'nın maruz kaldığı muamele ve bölgeden gelen haberler, iktidarın gerilim siyasetini devam ettirmeye kararlı olduğunu gösteriyor.

Eğitimde karşılaşılan sorunlar ancak kamucu anlayışlarla, öğrencilere eşitlik, öğretmenlere saygın bir yaşam düzeyi sağlanarak, halkın ve ebeveynlerin tercihleri doğrultusunda, bilimin ve aklın rehberliğinde çözülebilir. İlk ve orta öğrenimde öğrencilerin dini eğitime zorlanmasının halkta karşılık bulmadığı artık görülmeli. Öte yandan, üniversitelerin içinin boşaltılması ve yönetim kadrolarının yandaşlaştırılması, toplumun geleceğini heba etmekten başka bir sonuç vermiyor. Üniversitelerde ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda, bilim ve aklı esas alarak çağdaş eğitim verilmesi gerekiyor. Üniversitelerin içinin boşaltılması dördüncü sanayi devrimini ıskalamak anlamına geliyor. Gelişmiş bir sanayi ve teknolojiye sahip olmak için gereken kadrolar üniversitelerde yaratılamazsa, ülkeyi karanlık bir gelecek bekleyecek. Böyle bir ülkede ne gençliği, ne de yetişmiş insan gücünü tutmak mümkün olabilir.

Sağlık ve çevre gibi konularda da devletin duyarlı olması, toplumun çıkarlarını ön planda tutması gerekiyor. Devlet binbir fedakarlıkla okutulan doktorları örseleyip ülkeyi terk etmelerine sebep olamaz. Devlet gelecek nesillerin de hak sahibi olduğu ülkenin ormanlarının, derelerinin bir avuç yandaş müteahhitin elinde tahrip edilmesine yol açan politikalar benimseyemez.

Ülkeye yeni teknolojilerin gelmesi, yabancı sermayenin kendini güvende hissedeceği hukuki ve ekonomik alt yapının mevcudiyetine bağlı. Oysa gelmek bir yana, son yıllarda Türkiye’den kayda değer bir yabancı sermaye kaçışı gerçekleşti. Gelmekten vazgeçen sermayenin miktarı ise belki kaçandan daha büyük. Bütün bunlar yabancı sermaye için ülkede güven ikliminin bulunmadığının en açık göstergeleri.

Türkiye’de en büyük gerilemelerden biri laiklik alanında yaşandı. Diyanet İşleri Başkanı'nın adeta bir şeriat devleti şeyhülislamı gibi davrandığı bir ülkede ne laiklikten ne de demokrasiden söz edilebilir. Türkiye’de laik devlet anlayışının acilen yeniden tesis edilmesi gerekiyor. Ancak, Alevi toplumunu dışlayan eski laiklik uygulamalarına dönmenin yeterli olmayacağı çok açık. Türkiye’de demokrasiyi inşa ederken toplumun tümünü kucaklayan, tüm inanç gruplarına eşit mesafede duran bir laiklik anlayışının hayata geçirilmesi gerekecek.

Esasen bu yaklaşım sadece dini alanda değil, tüm devlet aygıtı bakımından da geçerli olmalı. Devletin ne valisi, ne polisi, ne hakimi, ne de jandarma ve askeri vatandaşları arasında ayrım yapabilmeli, devlet her vatandaşına etnik kimliği, siyasi görüşü, dini inancı, cinsiyeti ve cinsel tercihi ne olursa olsun eşit mesafede durabilmelidir.

Türkiye’nin yeri Batı'dır

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Batılı değerler üzerinde, çağdaş medeniyetler düzeyine ulaşma kararlılığıyla kuruldu. Son yirmi yıla kadar da, doğrusuyla yanlışıyla bu doğrultuda yönetildi. Sonra bu politikalarda önce küçük erozyonlar başladı. İktidar kendini güvende hissettikçe erozyonlar arttı, en sonunda bir toprak kayması yaşandı. Türkiye Batı değerlerinden uzaklaştıkça ne insan haklarından, ne demokrasiden, ne de hukuk devletinden, ne de uluslararası saygınlıktan  söz etmek mümkün olur. 

Cumhuriyetin ulusal çıkara ve geçmişte yaşanan acı tecrübelere dayalı geleneksel dış politikası terk edildi, onun yerini ideolojik, hatta mezhepçi politikalar aldı. Ama bu politikalarla bir yere varılamayacağı kısa sürede anlaşıldı. Şimdi, maruz kalınan uluslararası yalnızlığın etkisiyle batıyla ilişkilerde bazı düzeltmeler yapılmaya çalışılıyor, fakat iş işten geçti. Artık dış ilişkilerde yaşanan irtifa kaybını ve tahribatı küçük düzeltmelerle telafi etmek mümkün değil.

Türkiye’nin ulusal çıkarları bir an önce batı sistemine dönülmesini gerektiriyor. Türkiye’yi batı sistemine bağlayan üç önemli örgütte de sorunlar yaşıyor. Kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nden Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’la ilgili AİHM kararlarını uygulamadığı için ihraç edilme tehditiyle karşı karşıya. AB’de de durum pek parlak değil. Türkiye uzun mücadeleler sonucu kazandığı AB katılım adaylığı statüsünü fiilen kaybetti. AB’de Türkiye’nin adı ancak Fas gibi komşu ülkeler kapsamında anılıyor. NATO’da ise S-400 füzeleri ile Finlandiya ve İsveç’in üyeliğine inandırıcı olmayan gerekçelerle yapılan muhalefet nedeniyle güvenilmeyen bir müttefik haline geldi. Türkiye’nin yukarıdaki örgütlerle ilişkilerini acilen  düzeltmesi şart.

Türkiye’nin yasadışı göçmenlerle doldurulmasının yegane sebebi Ortadoğu ülkelerine yönelik ideolojik dış politika. Türkiye sadece batıda değil, komşu Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Doğu Akdeniz’de de marjinalleşti. Gazze katliamında etkisiz hale gelmemizin sebebi uluslararası alanda marjinalleşmiş olmamız. 

Türkiye’nin itibar kaybından en çok vatandaşlarımız zarar görüyor. TC pasaportu taşıyanlar vize kuyruklarında ve sınır kapılarında üçüncü sınıf ülke vatandaşı muamelesi görüyorlar.

Türkiye’nin mevcut yönetim altında ne hukuk devleti ve demokrasi yolunda inandırıcı adımlar atması, ne rasyonel politikalar uygulayarak ekonomisini düze çıkarması, ne ulusal çıkarlarının icabın olan dış açılımlar yaparak batı sistemine geri dönmesi, ne de siyasal ve sosyal alanlarda acilen ihtiyaç duyduğu reformları gerçekleştirmesi mümkün. Bunlar ancak yeni bir iktidarın, yeni bir anlayış ve enerjiyle gerçekleştirebileceği işler.

Türkiye dünyanın en saygın ülkelerinden biri olma şansına sahiptir

Birçok ülkenin her geçen gün daha fazla otoriterleştiği uluslararası ortamda, Türkiye 31 Mart’ta özgürlük ve demokrasi yolunda çok önemli bir adım atarak dünyaya örnek oldu. Bundan sonra yapılması gereken, şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, demokrasi ve hukuk devleti mücadelesini sonuca ulaştırmaktır. Türkiye hiç bir zaman bir demokrasi ve hukuk devleti olmadı. Bu nedenle önünde zorlu bir mücadele var. Türkiye zoru başarabilirse, Atatürk’ün hayalini kurduğu çağdaş ülke yaratılır. Türkiye dünyanın en saygın ülkelerinden biri haline gelir.

Toplumsal muhalefetin önderi CHP’nin ve ona güvenen geniş seçmen kitlelerinin zoru başarmaması için ortada hiç bir sebep görünmüyor. Kemalist devrim o günkü koşulların gereği bir kadro hareketiydi. Bugünkü şartlar artık çok farklı. Gereken dönüşüm geniş bir tabana yayılarak, kitlelerin desteği alınarak yapılmalı. 31 Mart’tan bu yana CHP liderleri tarafından yapılan açıklamalar, sergilenen olgun siyasi tavır ve halk arasında yayılan özgüven duygusu bu konuda umutları arttıyor.

Arslan Hakan Okçal kimdir?

Emekli Büyükelçi.

1954 yılında İstanbul’da doğdu.

İlkokula Almanya’da başladı. Darüşşafaka Lisesi’ni (1973) ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü (1977) bitirdi.

1978 yılında Dışişleri Bakanlığına girdi.

1981-2001 yılları arasında Bingazi ve Münster Başkonsoloslukları, NATO Daimi Temsilciliği, Bonn ve Berlin Büyükelçiliklerinde sırasıyla Muavin Konsolos, Konsolos, Müsteşar, 1. Müsteşar ve Elçi Müsteşar olarak bulundu. NATO’daki görevinden önce 1989 yılında Roma’da NATO Savunma Koleji’nde eğitim aldı.

1992-95 yıllarında Gümülcine’de Başkonsolosluk yaptı. 2005-2008 yılları arasında (ECOWAS ve aralarında Gana ve Kamerun’un da bulunduğu 9 Batı ve Orta Afrika ülkesine nezdinde de akredite olarak) Nijerya Federal Cumhuriyeti; 2008-2010 yılları arasında, o günkü ismiyle  Makedonya Cumhuriyeti nezdinde Büyükelçi olarak  bulundu.

Merkezde Amerika Dairesi Başkanı (1995-1997), Araştırma Genel Müdür Yardımcısı (2001-2003), NATO İstanbul Zirvesi Proje Koordinatörü (2004) ve Orta Avrupa ve Balkanlar Genel Müdürü (2010-2013) olarak görev yaptı.

Yurtdışında en son 2014-2017 yılları arasında Güney Kore nezdinde Büyükelçi olarak görev yaptı. Seul’de bulunduğu süre boyunca Kuzey Kore’de nezdinde de akredite Büyükelçi olarak görevliydi.

2018 yılında kendi isteğiyle emekli oldu.

Emekli olduktan sonra bir yıl Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Dört yıl Marmara Üniversitesi’nde ve bir yıl Fenerbahçe Üniversitesi’nde diplomasi dersleri verdi.

Dış politika alanında araştırma, yayın ve eğitim çalışmaları yapan düşünce kuruluşu Ankara Politikalar Merkezi üyesidir.     

2021-2023 yılları arasında Gazete Duvar’da konuk yazar olarak makaleleri yayınlandı. 2024 yılının başından bu yana T24’te yazıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Makedonya'nın isim sorununda başa mı dönülüyor?

Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Gordana Siljanovska-Davkova resmi yemin töreninde ülkenin anayasal ismi olan Kuzey Makedonya yerine sadece "Makedonya" ifadesini kullanınca Yunanistan'da ve AB'de kaşlar kalktı. Kuzey Makedonya makamlarını uyaran açıklamalar birbiri ardına geldi

Çin lideri Xi, beş yıl aradan sonra Avrupa’yı ziyaret ediyor

AB Çin’i ekonomik işbirliği partneri olarak kabul etse de aynı zamanda “sistemik bir hasım” olarak görüyor. Çin’in Avrupa’daki bir çok ekonomik faaliyetine tereddütle yaklaşılıyor. AB, birlik olarak uzak dururken sadece münferit üye ülkeler “Kuşak ve Yol Girişimi”ne (BRI) dahil oldular...

Kore'de parlamento seçimleri: Seul'den Ankara'ya demokratik serpinti gelir mi?

Bir zamanlar askeri diktatörlükler altında yönetilen Güney Kore baştan doğru yatırımlar yaparak sanayileşmiş olsa da, bugünkü müreffeh ve saygın konumuna 1990'lardan sonra demokrasisini hızla geliştirerek geldi