Uçağı beklerken internetten Kadir Topbaş’ın istifasıyla ilgili haber ve yazıları okuyorum.
Erkendir geçtir, şu ya da bu gerekçeyledir, ne olursa olsun, istifa iyidir. Koltuktan vazgeçmek sonuçta erdemli bir harekettir.
Keşke istifa açıklamaları da sonuna kadar erdemli ve cesur olabilse...
Uçağa biniyorum. Elimde ilginç bir kitap var. Önceki hafta Moskova’dan almıştım. 26 yıldır Japonya’da yaşayan Fransız yazar Dominique Loreau’nun Sade Yaşama Sanatı (Gereksiz Her şeyden Kurtulma ve Hayatı Zenginleştirme Yolları) adlı kitabı. Bilmem Türkçesi var mı, ya da çıkar mı?
Eşyada minimalizmden başlıyor yazar. Evinizi sadeleştirin, kendinize özgürlük alanı açın, asgari mobilya ile yaşamaya alışın, diyor. Ve bu tavsiyesini her “şey” için yaygınlaştırıyor. “Ne kadar az şeyiniz olursa, hayatınızın içeriğiyle ve kendinizi geliştirmekle o kadar fazla uğraşabilirsiniz.”
Ve devam ediyor: “Günümüzde her şeyin (paranın, eşyanın, elbisenin, arabanın, evin vs.) fazlasına sahip olma eğilimi çok yaygın. Ve otoritenin, insanların, sevgililerin vb. fazlasına sahip olma eğilimi. Ancak yakından bakınca, sizin onlara değil, bu kolay kolay vazgeçemeyeceğiniz her şeyin size sahip olduğu ve seçimlerinizi, hayatınızı belirlediği ortaya çıkıyor.”
Zaman ve enerji kaybına karşı çıkarak hayatı anlamlandırmak gerektiğini vurgulayan yazar, insanın iç dünyasından (ve duygularından) fiziksel görünüşüne (ve kilosuna) kadar her alanda gereksizlerden vazgeçilmesini ve sadeliği anlatıyor bütün kitap boyunca.
Kitabın her bir bölümüne – orada yazılsın veya yazılmasın – bir kelime sinmiş durumda: Vazgeçmek!
* * *
Vazgeçmek üzerine çok şey söylendi bugüne kadar.
“Vazgeçmek, her zaman zayıflık değildir. Bazen bırakacak kadar güçlü olmaktır.”
“Vazgeçmek özgürlüktür.”
“Her seçim bir kaybediştir. Çünkü her tercih bir vazgeçiştir.”
“Hayır diyebilecek yeteneğe sahip değilsen, telaffuz ettiğin ‘evet’in anlamı yoktur.”
“Hiç kimse vazgeçilmez değildir ve hiç kimse kendini vazgeçilmez sanan biri kadar aptal değildir.” (Victor Hugo)
* * *
Vazgeçmek üzerine güzel sözleri sıralamak kolay. Ama vazgeçmek zor.
Bizde başka sözler daha popüler:
“Baş ol da istersen soğan başı ol!”
Bu topraklarda iktidara verilen sınırsız önemi anlatan çok sararmış bir öğüt bu.
Çocuğu sınıf başkanı ya da en azından sosyal bir grupçuğun yöneticisi seçilen aileler, bunun peşinen gururlanılacak bir şey olduğundan emindir. Askerde onbaşı atanan, kendini Napolyon sanır. İş ortamında “müdür” olmak neredeyse tapılacak bir mevkiye kavuşmaktır; o “müdürlük” ne kadar külüstür olursa olsun.
Hele “koca devlet içinde bir yerlere gelmek”, öyle kolay anlatılacak bir coşku değildir. Bir de kentlerin, devasa kurumların, “yüce” bakanlıkların, koca hükümetin başına yükseldiysen... Artık orada söz biter; bizim gibi sıradan ölümlülerin pek anlayamayacağı “tanrısal” bir ruh hali oluşur.
Bizim memlekette en çok iktidara, güce tapılır. Kim baştaysa ve en güçlüyse o sevilir ve sayılır; en sık o affedilir; en çok ondan korkulur. En fazla ona yağ çekilir. Ahlaka ve kişiliğe ait birçok değer, gönüllü ve aleni olarak iktidarın çizmelerinin altına serilir. (Günümüzde Türk medyası bunu kanıtlayan nice “destanlar” yazmaktadır.)
İktidar bu kadar kutsal olunca, iktidardan ayrılmak da haliyle o kadar “lanetlenmişlik” olarak görülür. Onun için kimse istifa onuruna layık olabileceğini aklına dahi getirmez. Yüzlerine tükürsen “yağmur yağıyor” bile demezler, çünkü dudakları kıpırdadığında yanlış yorumlanabileceğinden korkarlar. Sadece susarlar.
Zavallı pozlarda susarlar. Alçakça susarlar. Korkunç bir kayıtsızlıkla ve inanılmaz bir yüzsüzlükle susarlar...
Hükümetten ve resmî kurumların tepesinden hemen hemen kimse gönüllü olarak ayrılmaz; birçoğu insanüstü bir umut ve hayalle payesini koruyacak kararı bekledikten sonra tepeden hoyratça kovulmayı tercih eder. Mabadında kutsal ve büyük bir ayağın izini taşımak da herkese nasip olmamaktadır netice itibarıyla.
O ayak izinin sahibi de kendi koltuğundan kalkamaz. O artık sahip olduğunu sandığı iktidarın esiri olmuştur. İktidarı bıraktığı günü düşünmek bile korkutur onu; korkutmak ne kelime, kâbuslar yaşatır. O bütün halleriyle altını çizmeye gayret ettiği cesurluk, hatta kabadayılık”, bu korku önünde tuz buz olur.
Ama hayatın kimseye ayrıcalık taşımadığı durumlar vardır. “Geçicilik” bunların başında gelir.
* * *
Yoruldunuz mu? Yoksa yazının sonunda pek çoğunuza imkânsız gibi görünen “iktidarı gönüllü olarak terk etme” konusunda çok eski ve öğretici bir öykü okumak ister misiniz?
Yoksul bir ailede M.S. 245'te doğan, bir süre sıradan asker olarak çalışan, sonra İmparatorluk özel birliklerinin başına kadar yükselen Diokles, hizmetinde olduğu Numerian'ın ölümünden sorumlu tuttuğu Flavius Aper'i öldürdükten sonra 39 yaşında Roma İmparatoru olarak seçildi. Sonradan kendine Diocletianus (Diokletianüs) dedirten yeni yönetici, yarım yüzyıl içinde 20'yi aşkın kez iktidar değiştirerek sallantılı bir dönem yaşayan (tarihçilerin “Üçüncü Yüzyıl Krizi” dediği 235-284 yılları) Roma İmparatorluğu'nu yeniden ayağa kaldırmayı başardı.
Ekonomik reformlar gerçekleştiren ve ordu başta olmak üzere devleti yeniden düzenleyen Diocletianus, çok büyük olduğu için yönetilemeyeceği kanısına vardığı ülkeyi ikiye böldü. Arkadaşı Maximianus'u Batı'nın başına imparator yaptıktan sonra Roma'yı terk edip Doğu'nun İmparatoru olarak başkent ilan ettiği İzmit'e (Nicomedia) yerleşti.
Sonradan “Sezar” sıfatıyla iki yönetici daha seçti; biri kendi yardımcısı Galerius, diğeri de Maximianus'un yardımcısı Constantius oldu. Ülkenin fiilen dörde bölündüğüne işaret eden tarihçiler, buna “tetrarşi” (Yunanca “dörtlü yönetim”) dediler. Ancak söz konusu “dörtlü”, uyumlu bir yönetimle devleti güçlendirmeyi başardı. (Diocletianus'un kurduğu otokratik yönetim döneminde devlet eliyle defalarca kitlesel katliamlar yapıldı, o da ayrı konu.)
İktidara gelmesinden 20 yıl sonra ilk kez Roma'ya giden 51. Roma İmparatoru, dönüşte ağır hastalandı. Bu sırada hayat ve iktidar üzerine yeniden düşünme fırsatı bulan Diocletianus, 1 Mayıs 305 tarihinde herkesi şaşırtarak gönüllü olarak iktidardan ayrıldı. (Maximianus'u da aynı kararı almaya ikna etti.)
Ve doğduğu Dalmaçya'ya göçerek Adriyatik Denizi kıyısındaki Split'e (bugün Hırvatistan'ın ikinci kenti) yerleşti. Orada çiftçiliğe başlayarak ölene kadar sebze yetiştirdi. Yönetime dönmesi için kendisine uzun süre yalvaranlar oldu; bunlar arasında bir ara işleri sarpa saran Galerius ve Constantius da vardı.
Kendisini iktidara döndürmek isteyenlere Diocletianus'un verdiği cevabın, tarihte eşsiz bir yeri olduğunu düşünüyorum:
“Burada kendi ellerimle yetiştirdiğim lahanaların ne kadar lezzetli olduğunu anlayabilseydiniz, beni başka bir iş yapmak için zorlamazdınız!”
Acaba görevinden gönüllü olarak ayrılan ilk Roma İmparatoru Diocletianus'un İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bulunan büstündeki akıllı bakışının hizasında durarak kendisine bir sorsak:
“Koca iktidarı bir lahana tarlasına nasıl değiştin be usta?”
O ne derdi...
Belki de yine anlaşılmamanın kederiyle başını bir yana çevirip söylenirdi:
“Herkesin ve illa ömür boyu iktidar olması şart değil! Siz en iyi yapabileceğiniz işi bulun! Lahanaysa lahana!..”