26 Ocak 2011

Kifayetsiz muhterisler üzerine

Eş dost iyi bilir; arabanın direksiyonunda ben oturuyorsam ve bir adresi...

Eş dost iyi bilir; arabanın direksiyonunda ben oturuyorsam ve bir adresi bulmakta zorlanıyorsam, yol kenarındaki insanlara sormaktan olabildiğince kaçınırım; kendim ararım, denerim, çabalarım, ama mümkün olduğunca kimseye sormam. Arabadakiler, “sorsana, hadi sorsana” diye ısrar etseler de sormam. Çünkü sorduğum kişilerin yardım etmek şöyle dursun, işimi zorlaştıracaklarından korkarım. 
Bazen sorarım ve aldığım cevapları yanımdakilere tekrarlayarak gülerim. Biri sağa der, biri sola, biri ileri götürür, biri geri. Ama açıkça “bilmiyorum” diyen çıkmaz hiç!.. 
Neden acaba? Neden insanlar, bir şeyi bilmeyenlerin kendilerine başvurmasının keyfini gelişigüzel “sallayarak” çıkarır?..

*      *      *

Bakkal, manav, berber, tamirci, taksici... Listeyi uzatmak mümkün. Kısaca “halk” mı desek? Yoksa “halkın aktif ve konuşkan kesimleri” mi?..
Ben onlarla politika konuşmaya bayılıyorum. Yani, daha doğrusu bazen öyle zeki, ilginç ve eğlenceli yorumlar yapıyorlar ki... Bayılıyorum... Yani keyiften bayılıyorum... 
Ama öyle zamanlar oluyor ki, “sokaktaki adam”ın rastgele değerlendirilerini son derece isabetsiz, özensiz, hatta adaletsiz buluyorum. Hiçbir şey bilmeden, sormadan, okumadan, kendinden bu kadar emin bir şekilde, aklına gelen (aslında bir yerlerden aşırdığı) “parlak fikri” sonuna kadar, neredeyse ölümüne savunmaları beni kızdırıyor. (“Sallandıracaksın iki-üç politikacıyı meydanda, bak bakalım, yalan söyleyebilirler mi bir daha!”) O zaman da bıkkınlıktan ve sinirden bayılacağım geliyor. Ama ertesi gün yeni bir deneme yapmadan da duramıyorum. 

*      *      *

Tamam, peki, halka yüklenmeyelim. Ya “halkın seçkin temsilcileri”ne ne demeli? Hani, aydınlarımıza? Hani şu televizyonlara çıkıp açık oturumlarda içimizi karartan aydıncıklarımıza? Ne kendi fikrini açıklamasını, ne karşıdakini dinleyip anlamasını bilenlere? 
Okuduğu yarım kitap ve birkaç makale dolduruşuyla ekranlara hakim olmaya niyetlenenlere? “Danışman pompalaması” ile uzun polemik yolculuklarına çıkanlara? Karşısındakini dinlerken (yani dinlemezken) yüzüne pek bilgiç ve alaycı bir maske takıp “kimse beni zor duruma düşüremez” mesajını vermeyi her şeyin üstünde görenlere? Asla “doğru söylüyorsunuz, burada hata yapmışım, sizinle aynı fikirdeyim” dememeyi marifet sayanlara?

*      *      *

Burada biraz duralım.
Bazen köşe yazarları internetten gelen beğendikleri bir iletiyi kullanırken (bazen de onun yardımıyla işten kaytarırken) ciddi hatalar yapıyorlar. Bilmeden başka köşe yazarlarının yazılarını kullanıyorlar. Şimdi ben de böyle bir hata yapabilirim.
Bugünlerde bana gönderilen, ama google aramasında epeyce eski olduğunu saptadığım, ancak kimin yazdığını belirleyemediğim Dunning-Kruger Sendromu adlı bir e-postayı size aktarmak istiyorum. Böylece ben de yazının kalan kısmıyla uğraşmaktan kaytarıyorum. Bundan sonrası benim değil, (şimdilik) bilinmeyen bir yazarın sözleri.

*      *      *

Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş?" diye düşündüğünüz oldu mu hiç? 
Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı? Onlara bakıp, “Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?” diye iç geçirdiniz mi? 
Justin Kruger ve David Dunning adlı ABD'li iki psikiyatri uzmanı, yıllar önce bir kuram ortaya attı: 

“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.” 

Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı: 

- Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler. 
- Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.   
- Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler. 

Bitmedi... 
Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik “Nasıl geçti?” sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi. 
Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların “testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini” düşündükleri, hatta “iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları” ortaya çıktı. 
Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70'ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.   
Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı: 

“İşinde çok iyi olduğuna”
yürekten inanan “yetersiz” kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür! 
Ancak bu “cahillik ve haddini bilmeme” karışımı, mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. “Eksiler” kariyer açısından “artıya” dönüşür. 
Sonuçta, “kifayetsiz muhterisler” her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler… 
Gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma yaşamında “fazla alçakgönüllü” davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, değerlerinin bilinmesini beklerler. Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler. Olasıdır ki, üstleri tarafından da “ihtiras eksikliği” ile suçlanırlar.
Bu nedenle fazla alçakgönüllü olmayın!.. 
Ne demiş Bertrand Russel:

- Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.


Yazarın Diğer Yazıları

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

Erdoğan’a saygıda kusur etmeyen ünlü Rus rejisör Pamuk’a ateş püskürdü

Bazı kültür insanları yazdığı, yönettiği, rol aldığı eserlerde eşsiz kahramanlık öykülerini yansıtsa da gerçek hayatta bunların çok uzağına düşebiliyor

Erdoğan, İmamoğlu, Yavaş, Commodus, Maksimus…

Mertlik Türk olmanın genetik bir sonucu değil. Ve tarihimiz sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikle dolu

"
"