Kısa süreli Moskova ziyaretlerinde kendimi “kıytırık bir misafir” gibi hissetmemek için hep hayata karışıp sıradan şeyler yapmaya çabalıyorum.
İşte kışın egemenliği altına girmeye başlayan Rusya başkentinde parlak ve ısıtmayan bir güneşin altında, bir yanıyla nehre bağlanan geniş bir parkta, zamanın ve sıradanlığın keyfini çıkarmayı deniyorum.
Bir saatlik yürüyüşün ve zengin gözlemlerin ardından bir bankta dinlenmeye karar veriyorum. Orada iki yaşlı Rusun konuşmasına “kulak misafiri” oluyorum. (Başkalarına ait konuşmaları dinlemeyi hoş gösterir gibi, kendine “misafir” statüsü armağan etmek ilk kimin aklına geldi acaba?)
Biri hayat pahalılığından şikâyet ettikçe öteki “o kadar da değil” gibi sözlerle yumuşakça ona karşı çıkıyor. Sonunda şikâyetçi olan patlıyor:
- Sovyetler’de daha rahat yaşamaz mıydık, söyle!
- Evet, ama parti ve KGB her işimize karışırdı.
- Karışırdı da ne olurdu? Sakin sakin yaşar giderdik.
- Her gün aman bir yanlış yapmayalım diye korkuyla yaşardık.
- Korku, sandığın kadar kötü değildir. İnsanın kötü isteklerini sınırlar. Devletten, Tanrı’dan, karından, işini ve sağlığını kaybetmekten korkmasan kim bilir ne hatalar yapardın. Ahlakını büyük ölçüde korkularına borçlusun...
Konuşmanın bu bölümü beni gerçekten etkiliyor. Devamına ilgi duymadığım için “misafirlik”ten istifa ediyorum.
Aklım yıllar öncesine gidiyor.
* * *
80’li yılların ortalarıydı. Leningrad’da, Gazetecilik Fakütesi’nde okuyorduk.
Sınıf arkadaşım Olga’nın kocası Oleg bir baltaya sap olamamıştı. İçkiye ve maceraya bayılır, sık sık kavga ederdi.
Kızcağız evi geçindirmek için okuldan sonra çalışır, iki çocuğunun dışında bir de kocasına bakardı.
Bir gün şaşırtıcı bir haber aldık: Oleg nihayet bir iş bulmuştu. Milis (polis) olmuştu!
Ufak bir kutlama düzenlediler. Oleg’in yine kafayı bulması sonucu kutlama kısa sürede çığırından çıktı.
“Komunalka” denilen ve farklı aileleri aynı mutfağa, aynı banyoya ve aynı tuvalete mahkûm eden üçüncü sınıf otel tipindeki Sovyet evlerinden birindeydik. (Hâlâ bu tür evlerde yaşayan milyonlarca Rus var.)
Yine bizim sınıftaki Wanda, aynı zamanda karı kocanın komşusuydu. Bir ara Oleg’i uyarmak istedi. Tartıştılar.
Oleg çekmeceden çıkardığı çiçeği burnunda tabancasıyla “şakacıktan” duvara doğru ateş etti.
Wanda’nın çok sevdiği bir tablosu delindi. Kızlar ağlamaya başladı.
* * *
Bu durumun Oleg’i keyiflendirdiğini fark ettim. Keyfini daha da arttıran, oradaki erkeklerin kendine saygı ile korku karışımı bir tavırla yaklaşarak silahı bırakması için yalvarmalarıydı.
O an onun tam anlamıyla sarhoş olmadığı, yalnızca alkolün bastırılmış istekleri ortaya serecek kıvama ulaştığı kanısına vardım.
Az sonra mutfakta baş başa kaldık. O artık sarhoş bir ambalaj içine yerleştirdiği açık sözlülüğünün tadını çıkarıyordu. Şöyle diyordu:
- İnsanlar korkuyla yaşıyor, korkuyla eğitiliyor. İçimizdeki en eski ve en derin duygu bu. Yıllarca pek çok insandan korktum. Şimdi benden korkacaklar! Üstelik belimdeki silah yasal! Onunla iktidarı elime aldığımı, sizin gibi nice okumuş gevezeden daha üstün olduğumu hissediyorum.
* * *
Roman Polanski’nin yönettiği, Franz Schubert’in “Genç kız ve ölüm” eserinin müzikal fonunu oluşturduğu aynı adı taşıyan filmde, aslında pek de kötü bir insan sayılmayan doktor Roberto Miranda, birdenbire nasıl korkunç suçlar işlediğini anlatır.
Bir Güney Amerika ülkesinde diktatörlük sonrası dönemde, eski bir yeraltı savaşçısı olan avukat Gerardo Escobar, daha polis korkusunu yenemeden, yeni devlet başkanı tarafından insan hakları komisyonunun başına getirilmiştir.
Karısı Paulina Lorca, bir zamanlar Gerardo’yu ele vermemek için iki ay süreyle işkencelere dayanmıştır. Bu sıralarda Paulina’nın gözleri bağlıyken ona 14 kez tecavüz eden doktor, yıllar sonra bir gün tesadüfen evlerine gelir.
* * *
Kadın, doktoru sesinden, konuşma tarzından ve kokusundan tanır.
Silahını çekerek hemen oracıkta, kocasının yeni kariyerini ve tüm hayatlarını tehlikeye sokma pahasına bir mahkeme kurar.
Önceleri inkâr eden doktor, filmin sonunda şu sözlerle gerçeği itiraf eder:
- Gizli poliste çalışan kardeşimin ısrarlı önerisiyle, gözaltına alınanların ölmemesi için göreve başladım. Ve pek çok kişinin hayatını kurtardım. Sizler apaydınlık bir odada, gözleriniz bağlı ve çırılçıplak bir masada işkence görürdünüz.
- Zamanla bu işten haz duymaya başladığımı fark ettim. İnsanların hoşuna gitmek amacıyla çaba sarf etmem gerekmiyordu. İster acı verirdim, ister onlara sahip olurdum. O odada iktidar bendeydi.
- Elektrik verilmiş bir kadının bacaklarının arası hep kuru mu kalır, acaba orgazm olabilir mi, diye merak ederek size tecavüz ettim. Sonradan bu işten keyif duymaya başladım. Doğrusu şimdi o günlerin geçmiş olmasına üzülüyorum.
* * *
Güneş parktan uzaklaşmış, rüzgâr çıkmıştı. Düşüncelerimden sıyrılıp gözlerimle ihtiyarları aradım. Gitmişlerdi.
Ben de yerimden kalktım. Toprak yoldan caddeye geçerken çocukluk korkularımı, onlara ne kadar bağlı olduğumu, onlardan ne kadar nefret ettiğimi ve korkularımdan sıyrıldıkça attığım bazı adımları sorgulamaya çalışıyordum.
İhtiyar bir ses kulağımda yankılanıyordu:
- Devletten, Tanrı’dan, karından, işini ve sağlığını kaybetmekten korkmasan kim bilir ne hatalar yapardın. Ahlakını büyük ölçüde korkularına borçlusun...