Gazetecilik öldü, bitti, tükendi, diyorlar.
Sonra bir gazetecilik tartışması daha başlıyor.
Anlaşılan ölmedi, sadece nefes darlığı yaşıyor.
Zaman zaman boğazındaki dizin ağırlığı arttıkça "Nefes alamıyorum" diye çığlık atıyor.
Ama yaşıyor işte, yaşıyor ve zorlansa da işine devam ediyor.
Habertürk'te HDP'lilerin televizyonda konuk edilmemesiyle ilgili söylenenlerle birlikte alevlenen tartışmalar, gazeteciliğin ne olduğu ve ne olmadığı konusunu bir kez daha gündeme getiriyor.
* * *
Habertürk'ten bir gazeteci, HDP'nin tartışıldığı programlara bile HDP'lilerin çağırılmamasını "özel sektörün özgür ve doğal bir tercihi" gibi göstermeye çalışıyor.
Bir diğeri, terörizme karşı tumturaklı laflar edip sanki bir yerlerden biraz daha puan almaya çalışarak HDP'lilere ekranı açma (daha doğrusu kapama) "şartlarını" sıralamaya deniyor (ardından PKK ve Gülen'e sempatiyle bakan eski paylaşımları ortaya çıkıveriyor, o da ayrı konu).
Bir başka "elit gasteci" de dört HDP'liyi "arattırdığını" ve meşguliyet gerekçesiyle reddedildiğini malum kötü adam gülüşüyle sulandırarak "Ee, şans verdik, geri teptiniz, kendi düşen ağlamaz" havalarında pozlar veriyor.
Gazeteciliğin gerçeği arama kaygısını ve bir parça olsun mütevazı tavrı ara ki bulasın!
* * *
Geçenlerde tesadüfen eski bir meslektaşıma rastlamıştım. Yıllardır görmemiştim onu. Uzun zaman önce aynı kurumda gazetecilik yapan iyi arkadaşlardık.
O zamanlar iktidar da gazetecilik de böyle değildi.
Sonra bir şeyler oldu. Parçalandık, koptuk, ayrı saflara itildik.
Biz ve "ötekiler" olduk.
Biz, birçoğumuz işsiz kaldık. Bazılarımız bedava veya ona yakın bir ücretle iş buldu. Mahkemelere ve cezaevlerine düşenler de oldu.
"Ötekiler" yerlerinde kaldılar. Veya benzer kurumlarda yer değiştirdiler. Yükseldiler. Alçaldılar. Zam aldılar.
Biz susmadık. Her şeyi istediğimiz gibi söyleyemesek de bir yolunu bulmaya, mesleğimizi hakkıyla yapmaya gayret ettik.
"Ötekiler" sustu. Kendilerinden istenilen haberleri ve yorumları yaptı, istenmeyenleri de yapmadı.
* * *
Eski bir alışkanlıkla sarıldık. Hâl hatır sorduk. Ayak üstü bir sohbet ettik.
Ben böyle durumlarda kimsenin yakasına yapışmam, geçmişi yad ederim, karşımdakini dinlerim, onun iç dünyasını merak edip gözlerine bakarım.
Refleks gibi sımsıcak tavırlarla geçen ilk dakikalardan sonra bakışlarında bir rahatsızlık ve huzursuzluk fark ettim.
"Nasılsın?" "Ne yapıyorsun?" "Şimdi nerede çalışıyorsun?" Bu ve benzeri sorular ister istemez aramızdaki uçurumu hatırlatıyordu.
Ben eski şakalardan bazılarını tekrarlamayı denerken o kısa kesmeye çalışıyor, bazen de gözlerini kaçırıyordu.
Fazla uzamadı konuşma. Vedalaştık.
Zaten vedalaşmamızdan çok önce ayrılmıştık.
* * *
İyi bir arkadaştı. Ve iyi bir gazeteciydi.
Acaba nasıl oldu? "Nasıl düştü bu yola?"
İlk olarak ne zaman ihanet etti mesleğe? Ve nasıl?
Herhalde önce sıkıldı, utandı; sonra geçim derdini, taksitleri, çocuğun okulunu falan düşündü; ardından baktı ki çevresindeki "herkes" oyunun yeni kurallarına uymaya başladı…
Harika bir katalizatördür bu, biliyor musunuz: "Ama herkes öyle yapıyor".
Kulaklarımda çocukluk yıllarından prensipli bir öğretmenin tok sesi çınlıyor: "Herkes şu pencereden atlasa sen de atlayacak mısın?" Sanırım bu memlekettekilerin çoğu o pencereden atlayabilir.
Arkadaşımın arkasından bir süre baktım. Uzaklaşıp kayboldu.
Acaba gelecekte bir gün gazeteciliğe dönebilir mi?..
O ve onun gibi birçok eski meslektaşımız var. Kim bilir böyle gazetecilik tartışmalarının çıktığı durumlarda neler hissediyorlar… Bir şeyler hissediyorlar mı?..
Bazıları da var ki, onlara "meslektaş", "gazeteci" demek bile mümkün değil…
* * *
Gazeteciyiz ya da değiliz, aslında hepimizin en önemli meselesi hayat.
Nasıl yaşayacağız? Önceliklerimiz neler olacak? Neleri yapmalı, neleri yapmamalıyız? Bu tür sorular sordun mu, çoğunluk mangalda kül bırakmıyor. Mutluluk, sevgi, sağlık, para ve daha bir sürü kavramla hayat denilen şeyi anlamlandırmaya çalışıyor.
Biz nasıl yaşamak konusunda sınavlar verirken hayat geçip gidiyor. Özdemir Asaf’ın dediği gibi:
Öyle çabuk geçiyor ki günler
Hele sen bir bak hayatına
Sakın bir şey bırakma yarına
Yarın yok ki...
Ölü Ozanlar Derneği'nin unutulmaz repliklerlerinden birinde, Bay Keating öğrencilerine Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius'un deyişiyle "Carpe diem" diye sesleniyordu, "Vakit varken tomurcukları toplayın. Çünkü hepimiz bir gün solucan yemi olacağız."
* * *
Ölüp de gübreye dönüşmeden önce önümüzde kalan kısacık sürede ne yapabiliriz?
Olabildiğince bol para kazanmak?
Olabildiğince avantajlı konumlar elde etmek?
Olabildiğince ünlenmek?
Olabildiğince itaat ederek iktidar ve güç odaklarıyla anlaşmazlıklardan ve tehlikelerden kaçınmaya çalışmak?
Bu mu?
Peki, bir sorum daha var:
Nereye kadar?
Bu çok önemli ve tartışılması zor bir konu.
Çünkü insan, yaşadığı günün üç aşağı beş yukarı hep tekrarlanacağını sanma eğilimindedir.
Ölümü de düşünmek istemez, hayatın değişebileceğini de kabul etmeye pek yanaşmaz.
Özellikle iktidarların sert yöntemlerlerle muhalefeti susturduğu ülkelerde, milyonlar hiçbir şeyin asla değişmeyeceğine inanırlar.
* * *
Bugün bir Rus gazetesinde tesadüfen gördüğüm bir yazıda, Şili'de General Agosto Pinochet'in devrilme sürecini okudum. İmkânsızın gerçekleşme öyküsünü. Hem diktatörün, hem toplumun çoğunluğunun, hem de iktidara karşı mücadele edenlerin bir bölümünün beklemediği gelişmeler oluveriyor. "Garantiye alınmış" bir halk oylamasından sürpriz bir "hayır" çıkıveriyor.
Değişim kaçınılmaz; er veya geç!
Bugün dünyadaki otoriter yönetimlerden büyük çoğunluğu için şunu söylemek geliyor içimden: Çoğu gitti, azı kaldı. Yolun yarısını çoktan geçtiler.
Kalan süre tamamlanınca bu yazının kahramanı olan ve olmayan bir dizi "gazeteci" ne yapacak acaba?
Herhalde herkes yıllarca peşinden gittiği tercihlerin sonuçlarıyla yaşayacak.
İlhan Selçuk'un o ünlü cümlesiyle: "Her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar!"