Öğrencilik yıllarımda gittiğim bir kütüphane vardı. Ve orada kim bilir ne zamandır çalışan bir kadın.
Zayıftı, kederliydi, hiç kahkaha atmamış gibi ölçülüydü gülümsemesi. Güzeldi, ama yorgundu hep. Yoksuldu, topu topu birkaç elbisesi vardı yanılmıyorsam. Orantısız büyük kol saati ucuz ve yeşildi. Arkasındaki kitap ordusunu çok iyi bilirdi; her istediğinizi anında bulur, zayıf elleriyle ustaca raflardan çıkararak önünüze koyuverirdi. Ara sıra öksürürdü; sigaradan olsa gerekti.
* * *
Aradan on yıl geçti. Ben Leningrad Üniversitesi’ni bitirdim. Almanya’da gazetecilik yaptım. Türkiye’ye döndüm. Türlü maceralar geçti başımdan. Askerlikten sonra zar zor iş buldum. Bir süre İstanbul’da çalışıp ardından Moskova’ya bir gazetenin muhabirliğini yapmaya gittim. Birkaç yıl sonra televizyonlara çalışır oldum. Nice aşklarla renklendi hayatım. Kendimi birkaç ömür yaşamış gibi hissetmeye başladım.
Bir gün yolum Leningrad’a düştü (artık Petersburg diyorlardı adına). Bir araştırma yaparken o kütüphaneye gitmem gerekti. Herhalde her şey değişmiştir, diye düşünerek nostaljik duygularla içeri girdim. Ama aynı kalan pek çok şey vardı. Eski tahta sıralar, gıcırdayan masalar... Bir tek Lenin’in portresi inmişti duvardan. Perdeler bile o yıllardan kalmaydı galiba.
En çok da onu gördüğümde şaşırdım. Kitaplıkta çalışan kadın yerindeydi.
Yine zayıf ve yorgundu. Gülümsemesi ölçülüydü. Ve yoksuldu yine. Kitapları uzatan zayıf elinde kocaman yeşil bir saat göze çarpıyordu.
Beni tanımadı. Kibarca hangi kitabı istediğimi sordu. Cevabımı beklerken elini ağzına götürerek öksürdü. Sigarayı bırakmamıştı sanırım.
* * *
Kaç kez sohbet etmiştik o yıllarda. Daha çok kitaplarla ilgili. Bir defasında aldığım kitaplara bakarak psikoloji fakültesinde okuduğumu tahmin etmişti. Ben gazetecilik deyince, bir yakınının da gazeteci olduğunu söylemişti. Kim diye sormadım; özel hayatını kurcalamak için fırsat da yaratmadım. Utandığımdan ya da merak etmediğimden değil; bazen gizemli kalan şeylerin daha çekici olduğunu düşündüğümden.
Bu kadar zaman sonra onu orada bulacağımı doğrusu tahmin etmiyordum. Şaşırmış, heyecanlanmıştım.
Onca yıl sonra her şey aynıydı. Zaman durmuştu sanki burada.
Kadın on yıl önceki kadındı.
On yıldır hep aynı saatte işe gelmiş ve aynı saatte eve dönmüştü.
Evini de değiştirmemişti belki.
Ve on yıldır aynı otobüse biniyordu günde iki kere.
* * *
Oysa bu on yıl içinde ben kaç iş, kaç ev, kaç kent değiştirmiştim.
Üç ülkede yaşamış, üç kol saati kullanmıştım.
Birçok kez düşlerim yıkılmıştı, birçok kez onları yeniden kurmuştum.
Şairin “geriye dönmeyi sevmem” dizesini dilime dolayarak hep yeni bir şeyler aramış, bulduğumla yetinmemiş, başka, daha başka arayışlar içine girmiştim.
O ise on yıldır aynı usta hareketlerle kitaplara uzanıyor, onları aynı raflardan alıyor, sonra da yerlerine koyuyordu. Aynı pazara gidiyor, aynı yemekleri yapıyor, aynı odaları temizliyordu. Aynı pencereden bakarak, hiçbir zaman gelmeyecek olan aynı düş kahramanını bekliyordu belki.
* * *
Bu on yıl içinde dünya değişti. Savaşlar çıktı. Sovyetler Birliği yıkıldı. Darbeler ve darbelerde ölenler oldu. Televizyonlarla gazeteler sahip ve ağız değiştirdiler.
O ise bütün bunlara bana mısın demedi. Saatini, işini ve alışkanlıklarını değiştirmedi.
* * *
Bazen kendimi haddinden fazla “yolcu” hissederek “hancı”lara imreniyorum.
Bazen de kendimden fazla onlar için üzülüyorum...