Karanlık bir gündü dün. Karanlık ve kanlı...
İnsanın ruhuna yapış yapış bir çaresizlik ve ağır bir moralsizlik iliştiren, “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz?” sorusunu ümitsiz bir vurguyla yüreklerimize dağlayan berbat bir gün...
Dünün karanlığı daha sabahtan çöktü üzerimize: Elektrik sistemi göçtü, dağıldı. Hem de öyle birkaç semtte veya kentte değil, ülke çapında.
Saatler geçiyor, sorun çözülemiyor, birçok iddia ortaya atılıyordu:
Siber saldırı mı? “Dış mihraklar”ın işi mi? Sabotaj mı? İran mı? “AB sisteminden çıkarılma” mı? “İçerden bir provokasyon” mu? Devasa bir teknolojik hata mı?
“En büyük ekonomilerden biriyiz”, “dünya devletiyiz”, “bölgesel lideriz” iddialarının ampulleri patladı dün, tuz buz oldu. Çünkü ülkenin temel enerji kaynağı kesilmişti ve bunun nedeni anlaşılamıyordu.
Enerji Bakanı Taner Yılmaz gün boyu belki de hayatının en cılız açıklamalarını seslendiriyordu:
“Şu nedenden olabilir, ama bundan da kaynaklanabilir. Araştırmak lazım. Her türlü ihtimalin üzerinde duruyoruz...”
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun deyişiyle, çıkan “sistemik problem” 16.30’da çözüldü (Bizim eve elektrik 21.00’den sonra geldi, herhalde ben Türkiye’de yaşamıyorum).
Biz "aydınlandığımızda", Enerji Bakanı sorunun “teknik mi, idari mi, siyasi mi, başka gerekçeyle mi” çıktığının henüz anlaşılamadığını dile getiriyordu.
Elektrikler geldi, ama bu soruların cevapları hâlâ karanlıkta kaldı.
Hangi başarıdan söz ediyoruz?
Elektriğin olmasına karşın karanlığa yuvarlanmamıza neden olan çok önemli bir gelişme yaşandı dün: Berkin Elvan'ın ölümüyle ilgili soruşturmayı yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz, DHKP-C üyesi Bahtiyar Doğruyol ve Şafak Yayla tarafından adliyedeki odasında rehin alındı. Saatler sonra devletimizin yöneticileri, düzenlenen operasyonun başarısından bahsederken ve polisi kutlarken her üç kişinin de cesedi kalmıştı geride.
Hangi başarı ve ne kutlamasıydı bu? Herhalde olabileceklerin en kötüsü olmuştu. Eylemcilerle görüşmelerin nasıl yapıldığını ve operasyonun nasıl düzenlendiğini bilmediğim için yorumu ayrıntılandırma şansım yok. Ama herkesin yaşam hakkının korunması için bütün yöntemlerden yararlanılıp yararlanmadığını (eylemcilerle görüşmede uzman psikolog desteği, ailelerinden yardım alınması, bayıltıcı gaz veya başka bir yöntemle canlı ele geçirme çabası, müdahalede asla acele etmemek vs.) merak ediyorum.
Medya yasağının neden konduğunu, sınırlarını ve zamanlamasını da doğrusu anlamadım. Vali’nin, Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın açıklamalarıyla mı “kaldırılıverdi” yasak, yoksa onların konuşmaları öncesinde RTÜK “tamam, artık yeter” dedi de bizim mi bilgimiz olmadı? Medyanın korka korka haber verdiği veya elindeki haberleri paylaşamadığı, söylentilerin hızla yayıldığı karanlık bir ortam, kime yarar sağlıyor acaba?
Ayrıca bu gibi durumlarda resmî olarak kimin ne açıklayacağı belli değil mi? Örneğin, “teröristlerin avukat cübbesiyle adliyeye girdiği” ve “Savcı’nın beş kurşunla vurulduğu” bilgisini illaki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ağzından duymamız şart mıydı? Yerel yöneticiler ve İçişleri yetkilileri ile Başbakan açıklaması yetmiyor muydu?
Evet, devletin yanında değilim
Devam edelim. Daha cesetler soğumamışken ve ülke yeni huzursuzluklara gebeyken İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok’un “Türkiye Cumhuriyeti devleti ile hiç kimsenin baş edemeyeceği” ve “devlete kalkacak ellerin mutlaka kırılacağı” türünden “zafer/intikam/tehdit” mesajları vermesi ne kadar sorumlu bir tutumdu?
Böylesi silahlı eylemler olduğunda ülke yönetimi, “sağıyla ve soluyla, iktidarıyla ve muhalefetiyle” herkesin tek vücut olması ve devletin arkasında durması gerektiğini söylüyor, “siyaset yapmayalım” diyerek “millî kıyafetli" siyaset yapıyor.
Son zamanlarda iktidara yönelik eleştirileriyle dikkat çeken Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök bugün tam da buna uygun bir konuma geçerek “Ben devletimin yanındayım” başlığıyla yazdı.
Ben bunu yazamam. Çünkü vatandaşına şiddet uygulamaktan çekinmeyenlere, adı yolsuzluklara karışanlara, halkı kamplara bölmekten ve insanları birbirine düşürmekten vazgeçmeyenlere güven duymam söz konusu olamaz.
Ben devletin hem demokratik ve şeffaf olmakla, hem de daha en baştan bu türden terör eylemlerinin gündeme gelebileceği şartları önlemekle, ayrımsız bütün yurttaşlarına saygı ve hoşgörüyle davranmakla görevli olduğunu düşünüyorum.
Dünkü kanlı olayın, iktidar ve ona bağlı gazeteciler tarafından medyayı yandaşlaştırma ve muhalif yayınlarla gazetecileri hedef gösterme kampanyasında iştahla kullanılmaya başlaması da - onların deyişini ödünç alarak söylersek - “esef vericidir”.
Ve silahın yanında da değilim
İktidara karşı olmak, hiçbir şekilde dün gerçekleştirilen eylemi onaylamak anlamına gelmez.
Hepiniz biliyorsunuz, dünün en önemli fotoğrafı, başına silah dayanmış çaresiz bir adamı ve onu o hale getirdikten sonra propagandif bir poz veren eylemciyi gösteriyordu.
Kötü, çok kötü bir görüntüydü bu. Şiddetin ve zorbalığın nereden gelirse gelsin (devletten, benzeri pozlarla “kafa kesen” IŞİD’den, şu ya da bu ideolojinin arkasına saklanan militanlardan) ne kadar adaletsiz ve itici olduğunu, fotoğrafa bakanın kendini doğal olarak güçsüzün ve çaresizin yerine koyarak ona yönelik empati duygusu hissetmesini sağlayan bir görüntüydü.
İktidarın zaten “iç güvenlik yasası” ve başka önlemlerle baskıları arttırma yolunda hızlı adımlarla ilerlediği, yeni yasaklamalar ve özgürlük sınırlamaları için bahane aradığı günlerde, dünkü eylem, antidemokratik uygulamaların hedefinde olanların durumunu daha da zorlaştırdı.
Hayatını kaybeden Savcı Kiraz’ın Berkin davasını ilerletmek için çaba harcayan birisi olması da cabası!
Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal önem taşıyan seçimlere çok az zaman kaldı. İktidarın otoriterleşme ve “tek adam rejimi” kurma çabalarına, barışçıl ve demokratik yöntemlerle, en başta da 7 Haziran seçimleriyle karşı çıkmak gerekiyor.
Dahası, son aylardaki gelişmeler bunu başarmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Türkler ve Kürtler, demokrasiden yana olan solcu ve sağcı çevreler, ilericiler ve namuslu dindarlar iktidarın oyununu bozmaya aday olacak kadar güçlendiler, güçleniyorlar.
Seçimler yaklaşırken gerçekleşen terör eylemleri, nereden gelirse gelsin silahlı provokasyonlar, hiç kuşkusuz, muhalefetin değil iktidarın işine yarar; onun “olağanüstü gelişmeler” gerekçesiyle baskılarını arttırmasına bahane olur.
Bugün Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından yapılan siyasi açıklamalar maalesef bu kaygıları doğrulayacak türdendi.
@AksayHakan