20 Ekim 2019

"Maviş oğul", itinayla parçalanan bir aile ve olmayanlar

Bir fotoğraf kaldı geriye, hepsinin neşeli ve geleceği bilmez baktıkları. Birer birer eksildikleri, geriye boşluğun kaldığı bir fotoğraf…

Kural değişmiyor; bir yerde hangi kelimeler çok tüketiliyorsa mutlaka orada o kelimenin içi boşaltılmış oluyor.

Çok bahsedilen ne varsa hep yokluğunun işareti.

Bu yüzden bu kadar sık duymamız adalet, vicdan, şefkat kelimelerini.

Bu yüzden durmaksızın birlik ve beraberliğe nasıl ihtiyacımız olduğundan sürekli bahsedilmesi ve sürekli "tek yüreğiz" hamasetinin dillerde gezinmesi.

Ne kadar birbirini anlamayan, ne kadar uzak, ne kadar öfke ve nefret dolu, ne kadar ayrı yörüngelerde gezinen parçalar olduğumuzun kanıtı aynı zamanda bu dil.

Durmadan anımsatarak, birbirini unutmanın kederi…

Bu nedenle Onur Yaser Can'ın ve ailesinin yaşadıkları aynı zamanda bu memleketin hikâyesi…

Aynı olmakla bir olmayı karıştıran, "aynı" olmayanlara ne yapsalar kapıyı açmayan bir coğrafyanın trajedisi…

* * *

Mevlüt Can, koşuşturmaktan olacak yorgun gözüken ancak vazgeçmeyen gözlerle salona bakıyor, kelimelerin üzerine basa basa konuşuyordu:

"Oğlumuzu çaldılar bizden, hayatımızı çaldılar ve adalet isyanımıza kulaklarını tıkadılar."

Önce oğlunu, ardından eşini kaybetmişti.

Bütün bunlar 4-5 yılda oluvermişti.

Şimdi mahkeme kapıları, suratlarına kapanan kapılar, hiç açılmayan kapılar, hiçbir zaman eskisi gibi açamadığı evinin kapısı, bütün kapılar düşman gibiydi Mevlüt Can'a.

O da daha fazla dayanamadı, geçen hafta veda etti bu dünyaya.

Bütün bunlar; özene bezene, mutlu ve huzurlu bir hayat kurmaya çalışan ve coğrafyaya inat bunu başaran bir ailenin darmadağın hale gelmesi, sadece 9 senede oldu.

* * *

Her şey, annesinin "mavişim" diye sevdiği oğlu Onur Yaser Can'ın yaşama veda etmesi ile başladı. 

Onur Yaser, anne ve babası aşkla evlendiklerinden olacak, sadece bir aşktan dünyaya gelebilecek güzellikte doğdu 1982'de. 4 yaşına kadar Ankara'daydı. Sonra kaderinin de benzediği Bağdat. Birleşmiş Milletler'in okulunda, onlarca farklı çocuğun arasında okudu. 1987'de kız kardeşi de geldi dünyaya. İki yıl sonra aile döndü Türkiye'ye. Anadolu Lisesi'ni kazandı. Bitirip girdiği ilk sınavda, dereceye de girdi. ODTÜ Mimarlık, ilk tercihiydi. Daha yeni kayıt yaptırmıştı ki, Belçika Güzel Sanatlar Fakültesi'nden burs geldi. Sonra yeniden Ankara. Fazla durmadı, aklı hep farklı dünyalarda. Değişim programı ile gittiği İtalya'da mimariyle büyülendi. ODTÜ'yü bitirdiğinde, 3 dil biliyordu, 3 kıtayı keşfetmişti.

Ailesinin ısrarına rağmen amcasının yaşadığı ABD'ye gitmedi, İstanbul'daydı mavi gözleri.

Kolayca iş buldu. Her şey istediği ve planladığı gibi gidiyordu.

Küçük ve gençliğine verilebilecek bir hatasının nelere yol açacağını ise bilmiyordu.

2 Haziran 2010'da, narkotik polisi, Onur Yaser Can'ı gözaltına aldı. Yasaya göre esrar kullanmak suç değildi ama ne yapsa, sadece kullanmak amaçlı aldığını anlatamadı.

Bugünlerde memleketin en milliyetçi partisinin "kader kurbanı" diyerek, verdiği kanun teklifiyle yeniden sokaklara salmak istediği torbacılar ise o zaman da sokaktaydı.

İlk ifadesi alınırken sorguya avukat çağrılmadı, ailesi de aranmadı.

Çırılçıplak soyuldu, dövüldü. Polise yalvaran gençlerin sesleri dinletildi Onur Yaser'e. Muhbirlik yapması isteniyordu. Onur Yaser, anlamıyordu.

Anlamadıkça tokatlandı. Kurtulduğunu sandığı anda, "yeniden görüşeceğiz" denildi, korku kalbini kapladı.

Doktor muayenesinden önce ifade tutanakları imzalatılmadı, muayene sırasında polis de girdi odaya. Muayene bitince okumasına izin verilmeden tutanaklar imzalatıldı.

Serbest bırakıldıktan sadece bir gün sonra yeniden emniyete çağrıldı. Korkuyla gittiği emniyetten çıktıktan sonra da takipteydi. 

İfadeleri alabilmek için bir avukata başvurdu. Ancak ifadeleri avukatı da alamadı. Emniyetten, imzası eksik olduğu gerekçesiyle yeniden çağrıldı. 

Yeniden ifadeye gitmesi gereken günün akşamında, 23 Haziran 2010'da, oturduğu apartmanın 3. katından kendini boşluğa baktı.

Daha birkaç saat önce, hiçbir zaman sıkıntılı olmayan o sesiyle, büyük sıkıntıların içinde Ankara'yı aramıştı. İstanbul'a çağırmıştı annesi ile babasını. Anne ve babası, oğullarının cenazesini almak için gece 03.00'te İstanbul'daydı. 

Yemiyordu, içmiyordu günlerdir, tedirgindi, yarım kalmış son notunda da "Yakalandıktan sonra çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Öksürtüldüm, bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi" diyerek, o korkusunu anlatmıştı.

* * *

İçinizde kalan bir acıyı oradan söküp atma şansınız artık yoktur ama bazen, adaletin sağlandığını hissettiğinizde misal, o acının yanına bir çiçek dikmiş olursunuz.

Ailesi de oğullarının acısını, adaletle hafifletmek istedi. Borçluydular çocuklarına.

11 ayda, dosyayı 3 ayrı savcı aldı. İşkence iddiaları araştırılırken, sadece emniyetin giriş çıkış kayıtlarına bakıldı. İşkence iddiası takipsizlikle kapatıldı. 

Onur Yaser Can'ın ifadelerinin emniyette değiştirildiği ise netti, buna rağmen tutanağı neden imzaladığı da araştırılmadı, işkence ihtimali akla bile getirilmedi.

İki polise sanki değiştirdikleri bir önemsiz belgeymiş gibi, "evrakta sahtecilikten" dava açıldı. Polis ifadelerine göre ise "Yaser çırılçıplak soyulmuş ama nazik davranılmıştı".

İki polis, indirimli cezalar ve bir gün aylıktan kesinti cezasıyla kurtardı. Yargıtay kararı bozdu, 8 yıldır sürüyor davaları.

* * *

Kolay değil öyle kalbindeki tonlarca ağırlıkla yaşamak. Onur Can'ın annesi Hatice Can da yapamadı. Yüreğindeki çizikler yarığa dönüştü, her yarıkta oğlu vardı. 

2 Mart 2014'te kahvaltıyı hazırladı. Gazeteleri inceledi, isteksiz. Birkaç dakika sonra eşi banyoya girmiş, kızı içerideki odadayken o da kendini boşluğa teslim edip, dünyayı bir iyilikten daha eksik bıraktı.

Geriye gazetelerde yayımlanmış o notu kaldı:

"Ey oğul, maviş oğul... İnanıyoruz ki insanlığın 'onur'u kazanacak."

* * *

Baba Mevlüt Can ve kızı, artık iki cinayetin hesabını sormak zorundalardı. Bütün mahkeme kapılarında beklediler, bütün savcı odalarının önünde, bütün kurumlara yazılar gönderdiler, bütün insanlara anlattılar olanı biteni.

Mevlüt Can, bu acılara 9 yıl dayanabildi. Geçen hafta yaşama veda etti.

Bir fotoğraf kaldı geriye, hepsinin neşeli ve geleceği bilmez baktıkları.

Birer birer eksildikleri, geriye boşluğun kaldığı bir fotoğraf…

Her şeyi anlatan, anlamı ve anlamsızlığı öğreten bir boşluğun fotoğrafı…

Öylesine büyük bir boşluk ki oluşan, insan anlayabiliyor bir çırpıda bu coğrafyada bütün olanları.

Yazarın Diğer Yazıları

Ömrümüzden çalan “suçlar” ve kapanmayan yaralar

Bütün ömrü boyunca hak mücadelesi vermiş insanlardan Nimet Tanrıkulu, dört gün gözaltında kaldıktan sonra, 18 saat süren savcılık ve hakimlik sorgusunun ardından yeniden tutuklandı. Ne soruldu peki? Tanrıkulu’nun açık seçik yaptığı Süleymaniye ve Erbil seyahatleri…

Umut hakkı, “Ankara’da villa” iddiaları ve Suriye’ye uzanan yol

İmralı’dan PKK’nın tasfiye edilmesi ve Suriye’nin kuzeyinde yapılacak hamlelerin Türkiye’ye yansımasının önlenmesi bekleniyor. Ankara ayrıca İsrail-PYD komşuluğunu istemiyor, bu temasın büyük sorunlara yol açacağını düşünüyor; PYD’yi sınırdan uzaklaştıracak bir askeri operasyon hazırlığını yapmış olduğu da biliniyor

13 yaşındaki çocuğun ölümünün hesabını kim verecek?

Cihat’ın, cenazesinin bulunduğu tarihte, cesetlerin enkazdan çıkartıldığı gün, güvenlik güçlerine karşı silahlı eylemde bulunması sonucu, ateşli silah yaralanması ile öldüğü tespiti yer aldı kararda. Ceset çürümüş, enkazdan çıkartılmış ama nasılsa aynı gün 13 yaşındaki çocuk silahla çatışmaya girmiş!

"
"