Eylemsiz günümüz geçmiyordu üniversitede. 1970'lerin sonlarıydı. Ülkenin her yanı olduğu gibi bizim okul da hareketliydi.
Gün geçmiyordu ki, bir cinayet haberi gelmesin. Ölüm haberleri bizim için protesto yürüyüşü demekti. Öğrenci derneği yöneticileri hemen sınıflara dalıp haber veriyor, bütün okul binanın önünde toplanıyordu. Sol yumruklarımızı havaya kaldırıyor, gırtlağımız parçalanırcasına haykırarak Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu'nun bulunduğu yokuştan aşağı doğru akıyorduk.
Her seferinde kardeş fakülte Mülkiye'nin öğrencileri bizden önce toplanmış oluyordu. Onlara katılıp, caddeye iniyorduk. Cebeci ile Kızılay'ı bağlayan ana caddede Hukuk Fakültesi ve diğer fakültelerden katılımları bekliyor, yürüyüş düzeni alıyorduk.
O caddede kaç kez protesto yürüyüşüne katılmışımdır, hatırlamıyorum. Ama her yürüyüş en az bir ya da birkaç gencin, aydının ölümüne tekabül ediyordu.
Garip gelecek ama slogan atıp, marş söyleyerek kalabalıklarla birlikte yürümenin rehabilite edici bir yanı vardı. Ölüm haberini duyduğumda hissettiğim acı ve ardından gelen öfke birkaç yüz metre yürüdükten sonra yerini kalabalığın parçası olma duygusuna bırakırdı. Sesim binlerce insanın ortak sesi, ayaklarım kalabalığın ayaklarıydı. Tek başıma olduğumdan daha güçlüydüm sanki.
İlk durağımız hep Hacettepe Üniversitesi olurdu. Hacettepe öğrencileri de bize katılır, onları da aldıktan sonra Kurtuluş'a yönelirdik. İstikamet her daim Kızılay'dı. Ama oraya bir kez bile varabildiğimizi hatırlamıyorum. Toplum polisleri biz daha Kurtuluş'a bile varmadan barikat kurmuş olur, coplayarak dağıtırdı kalabalığı. Biz de darmadağın halde fakülteye dönerdik.
Sonuç alamamış, protestomuzu yerine ulaştıramamış olsak da büyük iş başarmanın huzuru içinde olurduk döndüğümüzde. Sanki aslolan eylem yapmanın kendisiydi. Çoğu zaman eylemin kendisini kutsuyorduk.
Okuldaki boykot ve dayak
Bir gün kütüphanede ders çalışırken birden gürültüler geldi. Ne olduğunu anlamak için pencereden dışarı baktık ki, binadan afişler sarkıtılmıştı. Boykot yazıyordu afişlerde. Ama kapılar kapatılmış, işgal başlamıştı. Alt kat pencerelerden dışarı sarkarak slogan atanlar vardı.
Tahmin edileceği gibi çok geçmeden polisler geldi, okulun etrafını çevirdiler. Bir iki saat sonra da kapıyı kırıp içeri girmek için hazırlıklara giriştiler. Bereket Mümtaz Soysal geldi, polis şefleriyle konuşmaya başladı. Mümtaz Soysal, Mülkiye'nin hocasıydı ama bizim de Anayasa derslerimize giriyordu. Onu görünce sevindik tabii. Beklediğimiz gibi Mümtaz Hoca, polislerle anlaşma sağladı, kırıp dökerek içeri girmelerini engelledi. Ama bütün öğrencilerin işgale son verip dışarı çıkmaları koşuluyla.
Öğrenci derneği yöneticileri de kabul ettiler bu anlaşmayı. Polisler, okul kapısının iki tarafına dizilip bir koridor oluşturmuşlardı. Tek sıra halinde önlerinden geçenlere copları, yumrukları indiriyorlardı. Tabii benim de payıma birkaç yumruk düştü.
O kargaşa bittikten sonra o işgal eyleminin nedenini sorguladım. Neden böyle bir eylem yapılmıştı? Polisin müdahale edeceği, binada kalmanın mümkün olmadığı belliydi. Buna rağmen işgale girişerek ne kazanılmıştı?
Bu sorulara o günlerde sağlıklı yanıt almak mümkün değildi. Genellikle uzun vadeli siyasi hedefleri somut hedeflerin önünde tutuyorduk. Aslında devinimin kendisi bizi esir almıştı. Bazen eylem yapmış olmanın kendisi her şeyin önüne geçiyordu.
Deniz kaplumbağaları ve çevreci hareketler
Gazeteciliğe başladıktan sonra bu tür eylemler, yürüyüşler geride kaldı. Zaten araya 12 Eylül 1980 darbesi ve askeri yönetim dönemi girmişti. Demokrasi askıdaydı; toplantılar, yürüyüş, protesto, miting yasaktı. Partiler, sendikalar, dernekler, bütün sivil toplum örgütleri kapatılmıştı.
1983'te askerler çekildikten sonra demokratik yaşam öyle aniden “Nerede kalmıştık?” diye canlanamadı kuşkusuz. Askeri rejim asıl darbeyi siyasetin sol yanına vurmuştu, o yüzden toparlanmak kolay olmayacak, epey zaman alacaktı.
Bu arada Avrupa'da çevreci rüzgârlar esiyordu. Almanya'da çevre mücadelesinden doğan Yeşiller Hareketi hızla büyümüş, siyasi parti hâline gelmişti. Parlamentoya temsilci sokmayı başaran Yeşiller, kurulu düzen partilerini de değişime zorluyordu.
Çevreci dalga çok geçmeden Türkiye'ye ulaştı. Çernobil nükleer santralindeki patlama da insanların dikkatini çevre sorunlarına çekti. Radyoaktif bulutlar, Türkiye'ye kadar ulaştı.
İlk doğaya sahip çıkma eylemini başlatan, Deniz Som'un Cumhuriyet gazetesinde 1986 yılında yayımlanan yazı ve haberleri oldu. Muğla'da Dalyan sahilinde Caretta Caretta deniz kaplumbağalarının üreme alanına bir turizm projesi yapılması planlanıyordu. Deniz Som'un çabalarına çevreciler de katılınca soyu tükenmekte olan deniz kaplumbağalarının üreme alanını yok edecek proje iptal edilmekle kalmadı; Köyceğiz/Dalyan'ın Türkiye'nin ilk özel çevre koruma bölgesi ilan edilmesi sağlandı.
Deniz kaplumbağaları eylemi, Türkiye'de çevreci hareketlerin gelişimini sağladığı gibi Yeşiller Partisi'nin kuruluşuna giden yolu da açacaktı.
Gazetelerde çevre sayfaları
Deniz kaplumbağaları kampanyasının başarısı ve insanların ilgisi, gazeteleri de etkiledi. Cumhuriyet'in ardından diğer gazeteler de çevre ve doğa haberlerine geniş yer vermeye başladı. Hatta bir ara çevre muhabirleri ve çevre sorunları sayfaları bile hazırlandı gazetelerde.
Ben de diğer muhabirler gibi fırsat buldukça çevre sorunlarıyla ilgileniyordum. Cumhuriyet gazetesinde Başbakanlık ve ANAP muhabiri olmama rağmen bazen çevre haberleri de yazıyordum. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Altınsoy'un Danıştay binasının önündeki Zaferpark'ın altına otopark yapmak için ağaçları kestirmesi haberini ben yaptım gazetede. Daha ağaçlar kesilirken parka inen Danıştay çalışanları hemen İdare Mahkemesi'nde dava açıp kazanmışlardı.
Zafer Park'ta engellenen Altınsoy, 1987 yılında da gözünü kent merkezindeki Güvenpark'a dikti. Güvenpark'a otopark yapılması projesi de tepki çekti Ankara'da. Bu haberleri yaparken kendimi çevrecilerin arasında buldum. Gazetecilik çizgisini aşıp aktivistlik tarafına geçmem, ikisini birden yürütmem sakıncalıydı. Fakat o günlerde bunun ayırdında olmadım.
Güvenpark’taki hafta sonları küçük kızım için de eğlenceli geçiyordu
Güvenpark'ın altına otopark yapılmak istenmesi, bir Ankaralı olarak beni de kızdırmıştı. Güvenpark, Cumhuriyet demekti. Adını, üzerindeki Güven anıtından alan Güvenpark'ın kuruluşu 1930'lara dayanıyordu. “Yeni kurulan/kurulmakta olan bir ülkede 'güven' olgusunu oluşturması” ve “kent kimliğinden öte ulusal kimlik olgusuna sahip olması” amaçlanmıştı. 1950'li yıllara kadar okul gezileri düzenlenen, insanların buluşup müzik yaptığı, birlikte vakit geçirdiği bir parktı. “Kent tarihine tanıklık etmiş, kent belleğinin önemli yapı taşıydı.”*
Sonraki yıllarda kenarına dolmuş durağı ve zabıta binası yapılması ve çevresini yüksek binaların sarmasıyla mahzunlaşsa da kent merkezindeki anıtsal niteliğini koruyordu. Otopark yapılması, Güvenpark'ı çalı, çırpı ve çimenle kaplı kimliksiz bir yeşil alana çevirmek demekti. Neredeyse yüzyıllık ağaçların betonun üzerinde yaşama şansı olmayacaktı.
Parkta eylem ve 65 bin imza
Mimarlar Aydan Bulca Erim ve Mehmet Adam ile şehir plancısı Akın Atauz, otopark projesinin iptali için İdare Mahkemesi'nde dava açmışlardı. Ama davanın yetmeyeceği belliydi.
Ankaralıları harekete geçirmeliydik. Ne yapabileceğimizi kararlaştırmak için küçük bir grupla toplantılar yapmaya başladık, giderek arttı sayı. “Çevre Duyarlılığını Yayma Grubu” adını verdik kendimize. İmza kampanyası başlatmaya karar verdik.
“Otopark değil Güvenpark” kampanyası için her cumartesi günü Güven anıtının önünde toplanıyorduk
Ağaç, balta, tahta perde çizimleriyle süslenmiş ve “Lütfen otopark projesinden vazgeçip köklerini toprağa salmış ağaçlarıyla Güvenpark'ı ellerimizden almayınız" diye noktalanan bir dilekçe metnini imzaya açtık.
Eylem alanımız Güvenpark'tı. Güven anıtının yakınına bir masa koyup, "Otopark değil Güvenpark" yazılı kartonlar astık, imza toplamaya başladık. Kalabalığın toplandığını gören iki polis, "Ne oluyor burada? İzin aldınız mı?" diye müdahale etti. Otopark yapılmasını istemediğimizi, onun için imza topladığımızı anlattık. Polislerden hiç beklemediğimiz bir tepki geldi. "Madem park için çalışıyorsunuz. Getirin biz de imzalayalım."
Kampanya için basına ve siyasetçilere dağıtmak üzere bir dosya hazırlamıştık. Dosyada dava dilekçesi, imzaya açılan kampanya dilekçesi, kampanya broşürü ve haber kupürleri yer alıyordu
Üniformalı iki polisin imzalaması, moral verdi. Her cumartesi günü eşlerimiz, arkadaşlarımız ve çocuklarımızla toplanıyorduk parkta. Gitar dinletileri, balon şenliği, karikatür yarışması gibi etkinliklerle bayram yerine dönüyordu Güvenpark. Rengârenk “Otopark değil Güvenpark” buton rozetleri hazırlamıştık. Bu rozetlerle dolaşıp imza topluyorduk.
Ufak tefek harcamaları karşılamak için de buton rozet ve yarışmada ödül alan karikatürlerden hazırladığımız kartpostalları, arkadaşların yaptığı kekleri satıyorduk. Sürekli yeni eylemler ekliyorduk kampanyamıza. Köşedeki çocuk parkının üzerinde yükselen şantiye binasını tuvalet kâğıtlarıyla sarıp sarmalamak da bunlardan biriydi. Tuvalet kâğıtlı şantiye binasının fotoğrafını çekip "Sayın Başkan'a armağanımızdır, lütfen kabul buyursun” diye açıklama yaptık.
İmza kampanyası dilekçesi, el yazısı ve ağaç çizimleriyle hazırlanmış, sarı kâğıtlara yeşil renkte basılmıştı
Bu eylemlilikten büyük keyif aldığımı söylemeliyim. Hem de üniversite yıllarındaki sonuçsuz kalan hareketlilikten çok daha fazla. Burada hedef somuttu ve biz her geçen gün o hedefe biraz daha yaklaşıyorduk.
O günlerde imza kampanyalarında pek rastlanmayan bir rakama ulaştık sonunda. Tam 65 bin! Kampanyamıza iktidardan bile destek geldi, dönemin Sağlık Bakanı Halil Şıvgın “Otopark değil Güvenpark” rozetimizi takarak destek verdi kampanyamıza. Geniş kamuoyu desteğinin ardından çok geçmeden İdare Mahkemesi projeye iptal kararı verdi.
ANAP’lı Sağlık Bakanı Halil Şıvgın da “Otopark değil Güvenpark” yazılı buton rozeti yakasına takmamıza izin vererek kampanyayı destekledi
Başkan Atınsoy daha fazla direnemedi, vazgeçti projeden. Başlarken bizim düşündüğümüzden daha etkili olmuştu kampanyamız. Çevreci hareket için büyük bir başarıydı.
Yeşiller hareketinin öncülüğü
Öyle bir başarıydı ki, Turgut Özal ve Anavatan Partisi (ANAP), “Yeşiller” hareketinin öncülüğünü üstlenmeyi konuşur oldular. 23 Haziran 1987'de Sabah gazetesinde yayımlanan “Özal'dan yeşillere gizli destek” başlıklı haberde Devlet Bakanı Hasan Celal Güzel'in, Özal'a, “Türkiye'de ciddi bir toplumsal temel bulan Yeşiller hareketinin öncülüğünü sosyal demokratlara bırakmamak gerektiğini” söylediği haber veriliyordu.
Merkez sağdaki ANAP'ın Yeşiller'in öncülüğünü üstlenmesi söz konusu olamazdı. Ama sadece ANAP değil neredeyse bütün partiler, Yeşiller'den etkilendi ve çevre sorunları, iklim değişikliği, yenilenebilir enerji konularını söylemlerine kattılar. Gerçek anlamda sahip çıkmasalar da…
Güvenpark ve izleyen diğer çevre eylemlerinin etkisiyle 1988'de Yeşiller Partisi kuruldu Türkiye'de. Ama etkili bir parti olamadı. 1994'te kapandı, 2002'de yeniden açıldı. Halen Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adıyla devam ediyor yaşamına. İklim değişikliği, demokrasi ve adalet sorunlarını önceleyen parti, yükseliş grafiği yakalayamıyor.
Almanya'daki başta olmak üzere batıda ise Yeşiller yeniden yükselişte. Artık onlar için iklim değişikliği, daha doğrusu gezegeni kurtarma kaygısı çevre sorunlarından öncelikli. İklim değişikliği, demokrasi ve özgürlükler ile iç içe geçmiş durumda.
Otopark projesi yine devrede
Yeşil hareket siyasi hareket olarak etkili olmasa da Türkiye'de çevre duyarlılığı hâlâ güçlü. Gezi direnişinin çıkış noktası da çevre bilinciydi, sonra yaşam biçimine ve özgürlüklere sahip çıkma eylemine döndü. Son olarak Alamos Gold adlı altın Kanada şirketinin Kaz Dağları'ndaki doğa katliamına karşı başlatılan “Su ve Vicdan Nöbeti”ne binlerce insan katıldı. Karadeniz'deki Cerattepe, “Yeşil yol” ve HES projelerine karşı yöre halkının başlattığı eylemler de çevre duyarlılığının göstergesi.
İktidar partisi AKP ise doğaya sahip çıkma eylemlerine karşı tavır aldı. Soma Yırca'da termik santral yapılması için zeytin ağaçlarının sökülmesine karşı çıkan yaşlı başlı insanlara müdahale edildiğinde dramatik görüntüler oluşmasına bile aldırılmadı. Doğayı korumakla, çevre duyarlılığı ile ilgisi olmayan iktidarın bütün gücüyle bastırmasına rağmen çevre eylemlerinde sonuç alındığı da oldu. Kaz Dağları'nda Kanadalı şirket çekildi; Cerattepe'de zaman kazanıldı davalar devam ediyor; Yırca'da 6 bin zeytin ağacı kesilse de geri kalanlar kurtarıldı, yeni fidanlar dikilip yine zeytinlik hâline getirildi.
Bugünlerde Güvenpark da betonsever bu iktidarın tehdidi altında. Parkın altına otopark yapma projesini yeniden devreye soktular. Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Güvenpark'ta sondaj ve inşa çalışmalarına başlandığını açıkladı geçen gün. Hem de tüm Türkiye, Covid-19 salgınıyla meşgulken ve planın iptali için açılan davayı bile beklemeden.
Güvenpark, 1950'li yıllara kadar okul gezileri düzenlenen, insanların buluşup müzik yaptığı, birlikte vakit geçirdiği ve Ankara’ya gelen ünlülerin uğradığı bir parktı. Macar asıllı Amerikalı oyuncu ve televizyon yıldızı Zsa Zsa Gabor da Güvenpark’ı ziyaret eden ünlülerdendi
Yeni bir “Otopark değil Güvenpark” kampanyası açmak en azından geçmişte verilen 65 bin imzaya sahip çıkmak açısından gerekli. Bu kampanyayı yürütecek Çevre Duyarlılığını Yayma Grubu artık yok, tarih oldu. Güvenpark'ta kampanyaya katılıp imza verecek polisler de bulunamaz.
Daha önemlisi bugün 30 yıl öncesinden daha zorlu koşullardayız. Toplanma ve gösteri özgürlüğünü tanımayan bir despotlukla karşı karşıyayız. Ama yine de Anadolu'nun her yanında kendiliğinden oluşan çevre mücadeleleri ve onların başarı öyküleri umut veriyor.
*Aysın Ece Acar: Bir 'güven' hikâyesi: Güvenpark