Bugün 10 Aralık, İnsan Hakları Günü. Siyasi hırsları bir yana bırakmak ve insan onuruna, insanların eşitliğine, doğuştan kazanılan vazgeçilemez haklara saygı duymanın en önemli erdem olduğunu hatırlamak için bir vesile. Gerçekte, bunu her gün yapmamız gerekmiyor mu! O zaman daha adil, mutlu koşullarda yaşamanın zeminini yaratmış olmaz mıyız?..
Bugün dünyada neredeyse herkes, belki tüm siyasetçiler parlak demeçler verecekler. İnsan haklarına saygının kendileri için öncelik olduğunu vurgulayacaklar. Diğerlerinin eksiklerini öne çıkararak eleştirecekler ve belki de kendileri için öncelik taşıyan insan hakları standartlarına saygı duymaya davet edecekler.
Güzel, bu yönde söyleme itirazımız yok, ama yetmez. Eylemle desteklenmeyen söylemin insan ve toplum hayatına bir etkisi olur mu? Söylem ve eylem ikilemini aşamadığımız sürece inandırıcılığımız olamaz. Oyuncuları barış, huzur, istikrar, sosyal adalet ve yükselen refah olan sahnede rol alamayız. Ne ulusal ne de uluslararası düzeyde saygınlığımızın güçlenmesini bekleyemeyiz.
Myanmar’ın Bangladeş sınırındaki mülteci kampı/ Fotoğraf: Erdoğan İşcan
Neden 10 Aralık? İkinci Dünya Savaşı insanlık için tarihteki en büyük yıkımlardan biri. Ardından o dönemin siyasi aklının geliştirdiği ve aşamalarla dönüşerek bugüne kadar devam eden uluslararası mimarinin geliştirilmesine tanık oluyoruz. Merkezinde Birleşmiş Milletler (BM) var. Temel hedef, insan hakları ve sosyal adaletin sağlanabildiği zeminde barış, güvenlik ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşılması. 1945 BM Antlaşması bu yolu tanımlıyor, normatif çerçevesini çiziyor. Türkiye de BM’nin kurucu üyeleri arasında.
1948’de küresel insan hakları sisteminin rehberi, isterseniz anayasası diyebiliriz, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, 10 Aralık günü BM Genel Kurulu’nda kabul ediliyor. İşte bu nedenle 10 Aralık her yıl dünyada İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor. Türkiye de bu Genel Kurul’da Evrensel Bildiri’ye olumlu oy veriyor.
Evrensel Bildiri’de yer alan ilkelere somut içerik kazandıran temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeler ve bu çerçevede geliştirilen diyalog, danışma ve denetim mekanizmaları, BM insan hakları sistemini oluşturur. Türkiye dahil, BM üyesi 193 devletin tümüne yakını bu sözleşmelere taraf olur, insan hakları mekanizmaları ile işbirliğini kabul eder.
İnsan hakları evrenseldir, doğuştan kazanılan, vazgeçilemez, devredilemez haklardır. Bazı haklar bazı özel koşullarda gereken ölçüde ve süreli olarak sınırlanabilse de, “yaşam hakkı”, “işkence yasağı”, köleliğin yasak olması” ve “kanunsuz suç olmayacağı” gibi haklar hiç bir koşulda, savaşta bile, yok sayılamaz, sınırlandırılamaz.
İnsan hakları standartları, birbiri ile bağlantılı bir bütündür. İnsan haklarına ayrımcı yaklaşılamaz. Bazı hakları kabul edip korumak, diğerlerini göz ardı etmek, iki yüzlülüktür, sistemin çökmesine yol açar. Tüm haklar her zaman herkese karşı aynı şekilde uygulanmalıdır. Bir anlamda, ulusal düzeyde “herkes kanun önünde eşittir” ya da “kanunlar herkese eşit uygulanır” ilkesi gibi, uluslararası düzeyde de herkesin tüm insan hakları standartları önünde eşit olması, tüm standartların herkese eşit düzeyde uygulanması, insanlığın geleceğine yönelik iyimserliğimizi güçlendirecektir.
Myanmar’ın Bangladeş sınırındaki mülteci kampı/ Fotoğraf: Erdoğan İşcan
Küresel örgüt BM’de ya da Avrupa Konseyi (AK) ve Avrupa Birliği (AB) gibi bölgesel kuruluşlarda bu ilkelerin ayrımsız uygulanabilmesi konusunda iyi bir noktada olduğumuzu söyleyemeyiz.
BM’de “kuzey” ve “güney” ülkelerinin bu konuya da farklı pencereden bakmaya devam ediyor olmaları, uzlaşıya yönelik umudu törpülüyor. Genelde her grubun kendi önceliği olan standartları öne sürmesi ve karşı tarafı suçlaması, uzlaşıya yönelik ilerlemeyi güçleştiriyor. Bu nasıl aşılır? Uluslararası toplumda çok taraflılık ve uzlaşı kültürünün benimsenmesi yolunda ortak siyasi iradenin güçlenmesi mümkün mü? 1945’lerde olduğu gibi bu niteliklere sahip siyasetçiler çıkabilir mi? Bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışmak belki de ilk adımı oluşturabilir.
BM kriterine göre aynı coğrafi grupta olan devletlerden oluşan bölgesel örgütlerde de durum pek iç açıcı görünmüyor.
AB’nin durumuna bakalım. AB, uluslararası düzeyde etki yaratabilecek önemli bir bölgesel kuruluş. Söylem düzeyinde umut verici. İş eyleme gelince, durum farklı. AB önce kendi içinde demokrasi ve insan hakları kriterlerini her üyesi bağlamında ayrımsız uygulama yeteneğini geliştirebilirse, Avrupa’da ve ötesinde daha etkili rol oynayabilir.
27 üyeli AB, 47 üyeli AK içinde de çoğunluğa sahip etkili bir grup. AK ile işbirliği ve AK hedeflerine desteği de önemli. Ama AK içinde AB üyesi devletler ile AB üyesi olmayanlar arasında ayrımcı yaklaşımını gözden geçirmeli.
Bir; “AB dayanışması” gözlüğünü çıkararak, insan hakları standartlarının herkese eşit uygulanması temel ilkesini benimsemeli. Bir insan hakları ihlalinin AB dışı bir ülkede eleştirilmesi ve düzeltilmesinin istenmesi doğrudur. Buna itirazımız yok. Ama aynı ihlalin AB üyesi bir ülkede gerçekleşmesine göz yumulması, iki yüzlülük değilse nedir!
İki; AB’nin önceliği olan insan hakları standartlarının, örneğin, ifade, örgütlenme ve gösteri özgürlüğünün, gündemin sürekli maddesi olarak korunması da doğrudur. Buna da itirazımız yok. Ama, örneğin, ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, göçmen ve mültecilerin insan hakları gibi konuların gündeme alınmasına gösterilen direnç kabul edilebilir mi?
AB ve AK’nın ötesinde, tüm devletlerin insan haklarına ilişkin uluslararası yükümlülüklerine, çok taraflılığa ve uzlaşı kültürüne sahip çıkmaları, insan haklarını ve hukuku siyasi amaçlar için araç olarak kullanmamaları, ortak dilek ve beklentimiz. Doğallıkla, söylemin eylemle de desteklenmesi koşuluyla İnsan Hakları Günü’nü bu konuların ortak geleceğimize yönelik tartışılması amacıyla bir fırsat olarak görüyoruz.