25 Mart 2022
Ne güzel bir isim! Herkesin malumu; bu ismin babası Muhsin Ertuğrul'dur. Gramer yapısı itibarıyla hafiften İngilizce'yi de anımsatmıyor değil: Aysel the oppressed gibi. Bense bu ismi taşıyan tarihî ve kült filmi halen izleyebilmiş değilim... Yine de temin ederim sizi; yazmaya niyet ettiğim Aysel ile filmdeki kızın durumu arasında bir benzerlik yoktur. Beni bu isme mecbur bırakan özneden ziyade yüklemin çağrışımları olmuştur: Bataklı, yani basıldığı zaman içine batılan yüzey! Hepimizin bir umarsızlığı dile getirmekte kullandığı o bildik deyimde sıvı zeminin yerini almaya aday göründüğü için seçtim bu ismi. Suya yazı yazarak çetelesini tutmaya çalıştığımız hislerimizin, çaresizliklerimizin kaydı, sanki bu cıvık yüzeye de yapılabilirmiş gibi... Bu yüzeyde kalemimi fazla bastırmadan, Aysel Tuğluk'un cezaevindeyken başına gelenler ve onların yarattığı hislerin yansımalarını yazmaya çalışacağım.
Aysel Tuğluk 56 yaşında; TBMM'de 23. ve 24. dönemlerde milletvekilliği yapmış. Mücadele edeceği pek çok dava, hayatta yapabileceği pek çok güzel şey var daha derken, Demans hastası oldu. İlgili haberler, bağımlı-bağımsız pek çok medyada yer aldı, sosyal medyada da yüzlerce paylaşım yapıldı. Paylaşımlar binlerce, yüzbinlerce beğeni topladı. Serbest bırakılması için başlatılan kampanyalar artarak büyüyor.
Tuğluk, 29 Aralık 2016'da tutuklanmıştı; yani beş yılı aşkın bir süredir cezaevinde. Hakkında yayımlanan haberler, kötülüğe dayanma ya da direnme gücünün sınırları konusuda bir daha düşünmeye sürüklüyor insanı. Bu sınırları düşünürken sadece havsalamızı zorlamakla kalmıyor; kendinden menkul bir postürün, doğal ve sahici konturlarının nasıl yavaş yavaş değişmekte olduğunu; engelleme ve baskılar yüzünden Aysel Tuğluk imgesinin bir halkın hayal gücüyle nasıl biçim değiştirdiğini de izliyoruz. Bir halk hikâyesine, bir söylenceye dönüşüyor o çünkü...
Bir simgeleşmeden bahsetmiyorum; onun da ötesine geçiyor ve yürüyüşüne mitik bir alanda devam ediyor Aysel Tuğluk. Duruşu, değişmeyen argümanları, özsaygısı ve davasına asla ihanet etmemesi, onu öne çıkaran özellikleri. Tutsak da olsa, Türkiye'de yeniden kanamaya başlayan yarayla; Kürt meselesiyle ilgili şahsına münhasır görüşleri ve bunları kaleme aldığı makaleleriyle farklı bir noktada hep. Durduğu yerde, gerçekçi ve kucaklayıcı bakışından hiç şaşmadı; halkının taleplerini dillendirirken bu birleştirici ve subjektif bakışı partisine de benimsetmeye çalıştı. Bunda ne kadar başarılı olduğu tartışılsa da, demokrat, liberal ve sol çevrelerden pek çok Türk aydınının gönlünü çeldiği su götürmez.
On yıl önceydi. Çözüm süreci içinde dönemin saygın gazetelerinde pek çok makalesi yayımlanıyordu. O zaman bu yazılar, yayımlandığı dönemin yoğun pragmatizmi içinde muhatabı olan okurunu ters köşe yapması hasebiyle çok konuşuluyor ve tartışılıyordu. Modernizmin netameli bir kavram olduğuna vurgu yapan bildirgelerin dolaşımda olduğu zamanlardı. O, yeri geldi Atatürk'ü övdü; yeri geldi dönemin kaba şakalarına malzeme edilen laiklik, sekülerlik vb sözcükleri makalelerinin yapıtaşı yaptı... Bu kavramların Türkiye'nin geleceğindeki önemini ve etkisini önceden görmüş gibiydi. Beyanatları, röportajları hep birleştirici ifadelerle doluydu. Kürt ulusalcılarına "bu kadın ne yapıyor?" dedirtircesine, Kürt hareketindeki şahin kanadın şimşeklerini üstüne çekme pahasına, Türklerle ebedî bir beraberliğin "ne güzel kader" olduğundan bahsedebiliyordu. İsmail Saymaz'ın belirttiği gibi, Dağlıca'daki katliamda şehit olan askerler için "hiçbir dava, akan bir damla asker kanından kutsal değildir" diyebilen Ahmet Türk'le birlikte Kürt siyasetinin güvercin kanatlarından birisiydi çünkü o...
Merak edenlere Tuğçe Tatari'nin 2015'de yayımlanan "Anneanne ben aslında Diyarbakır'da değildim" adlı kitabını öneririm. Kitapta Tuğluk'un verdiği nehir röportaja genişçe yer ayrılmıştır. Biraz göz gezdirseler, çözüm sürecine; barışa ulaşılacak yolculuğun zorluklarına değindiği paragraflarla hemen karşılaşırlar. Orada dominant unsurun Kürtler değil Türkler olduğu, elele vererek bu süreci başarıyla sonlandırmanın ütopik bir şey gibi görünmediği, iki halkın emperyalist güçlerin oyununa gelmeden bu süreci çatışmasız bir şekilde sürdürebilme ihtimali, koşulları vs birer birer, güzel güzel onun bakışından anlatılır... Biliyorum bu konuda yarası olanlar var; içinde hâlâ bir düşmanlığın tortusu kalan kimi muktedirler, kimi kanun koyucular, kimi makam sahipleri var ve onlar burun kıvırarak, "Tamam," diyecekler şimdi. "Güçlü ve etkileyici bir kadın, bunu kabul ediyoruz. Ama yine de bize güven vermeyen, anlaşılmayan karanlık bir yanı var. Öyle kardeşlikti, emperyalizmdi diyerek Nuh nebiden kalma kimi kavramların ötesine geçemiyor. O halde neden üzerinde duralım, dokunulmazlık vererek ona neden özel bir ayrıcalık tanıyalım ki? Bizim ülkemiz buna uygun değil, bizde geçerli olan başka güçler var. Farklı, daha evrensel davaların peşinde olan çilekeşler var meselâ...
Kürt meselesinin aşama aşama geldiği şu noktada mehter adımlarının izi görülse de şükür duası etmekten alamıyoruz kendimizi çoğu zaman. Yok olmasa da, malum Kürt düşmanlığının tortu haline indirgenebilmesini bile bir 'başarı' olarak görebiliyoruz meselâ. Meselenin daha kolay çözülebilir bir hale gelebildiğini görebilmek, Tuğluk ve Türk gibi milletvekillerinin bu sonuçta esaslı rol oynadıklarını bilmek bile iyi hissettiyor bize kendimizi... Diğer HDP milletvekilleri bir yana, Ahmet Türk'ün ve Aysel Tuğluk'un bizim kuşak üzerinde özel bir ağırlığı var. Sözlere, sohbetlere bu kadar yansıması olmasa, yazıyla ifade edilmese de bu etkinin ve ağırlığın tezahürleri, 'malum' meselenin başlık halini aldığı her özel durumda davranışsal olarak bile hissettirebiliyor kendini. Kesif bir karanlığın içindeyken o kadar değerli bir şey ki bu, çok uzakta; o bir parlayıp - bir sönüveren deniz fenerinin cılız ışığı gibi...
Neden bu kadar kötülük ve olumsuzluk bir kapta biriktirilerek bu kadının üzerine boca edildi, bilemiyorum. Belki de yukarda sözünü etmeye çalıştığım nedenlerdendir.Bir paradoksçu gibi davranmasından dolayıdır; on yıl öncesinden bir deftere yazılmış intikamın bir parçasıdır kendisine yapılanlar. Çile çekmesi annesinin vefatının hemen akabinde başına gelenlerle başladı Aysel Tuğluk'un. Toprağa verilirken, "Burada terörist cenazesi istemeyiz, gömülürse çıkartır parçalarız" diyen bir grubun gösterisi yüzünden mezardan çıkartılıp Tunceli'ye götürülen annesinin yaşadıkları derinden sarstı onu. Yakınları onun bu olayı halen kafasından bir türlü atamadığını söylüyorlar. Sonrası malum; önce yoğun bir depresyon dönemi ve ardı sıra gelen Demans hastalığı.
Bu seferki engellemeler ise tedavisiyle ilgiliydi. İlk zamanlarda cezaevi müdürlüğünün de, adalet bakanlığının da insanlık örneği gösterdiğine, tedavisi için gerekli çalışma ve özel iznin hazırlığı içine girdiklerine tüm kalbimle inanıyorum. Ama daha muktedir makamlar "şimdilik dur" diyorlar, bilişsel yetilerinin yerinde ve kendini savunacak durumda olduğu yönünde raporlar yazdırtarak hapislik halinin devamını sağlıyorlar. "Sözümüz namus," diyerek "Aysel düzgün bir tanı ve teşhis alsın, tedavi olsun, sonra cezaevine dönüp tekrar yatmaya devam edebilir" şeklinde devam eden yakın akraba sözlerine de aldırış etmeyen, üstüne nobranca tepki veren kişi ve birimlere her geçen gün yenileri ekleniyor. Konuyla ilişkili dilekçeleri "onlar bunu yapıyor, bunlar bunu..." diyerek geçiştirmek yetmiyormuş gibi, e-posta başvurularını bile sürüncemeye bırakabiliyorlar. Sonra salgınlar, savaşlar devreye giriyor ve Aysel Tuğluk'un yakınlarının içine fenalıklar geliyor, bekleme odalarında vesveseler üşüşüyor: "Daha çabuk hareket edilmeliydi ya da ne bileyim, o dilekçede o cümle yer almamalıydı... Ya da ekte kısmına o rapor da eklenmeliydi ya da... Ya da..." Buna mukabil başvuru makamlarının "ya da"ları da mevcut ve onlar da diğer global endişeleri "ya da" siyasal kaygılar sonucu çözüm bekleyen yığınla sorun dosyasını sürüyorlar yakınlarının önüne. Ne de olsa günün sonunda bunlar daha önemli onlar için(!), hepsi de ivedi olarak çözüm bekliyor ihtişamlı makam masalarında. Bazı zamanlarda Aysel Tuğluk'un cezaevinde kıvılcım çakması gibi bir şeyi hatırladığının duyulması ve bu bilginin derhal onların kulağına gitmesi, bunları çok sevindirebiliyor. Derhal kadının sağlığının yerinde olduğuna dair bir koz olarak öne sürebiliyorlar bu küçücük bilgiyi... Demans'tan mustarip annelerimizin bellek kovuklarında paslanan ufak bir anektodu elli-atmış yıl sonra hatırlayıp aniden öne sürmesine benzeyen bir şeydir oysa ki bu.
Halen Tuğluk'un dosyasına dair bir inancımız kalmış mıdır, tedavisiyle ilgili bir umudumuz var mıdır, bilemem? Bildiğimiz, bu kıvılcım çakmaları nedeniyle bu dosyanın kaldırıldığı raftan indirilemeyeceği, tekrar incelemeye alınamayacağı yönündeki devlet inadı şimdilik. Aysel de inatçıdır, o da bu devletin çocuğudur, bu halkın önemli bir ismidir. Kimine göre Muhsin Ertuğrul'un bataklı damındaki kız, kimine göre Aynur'un şarkısındaki keça kurdan! Ya da Atilla İlhan'ın git başımdan dediğidir...
Aysel Tuğluk dış görünüşüyle de Türk siyaset sahnesinin en sade, en yalın ve en gösterişsiz örneklerinden biridir: Vikipedi'de evliliği, "ürkütücü ve kadını kuşatan bir yapı" olarak gördüğü için bekâr olduğuna dair bir ibare bile var. Bu görüşle ilgili bir soruşturma açılıp açılmadığını ise bilemiyoruz.
Eminim ki o da bir zamanlar sevilmiş ve sevmiştir. Gezmiş, eğlenceye, yemeye-içmeye düşkünlük gösterdiği dönemler yaşamıştır. Bir şarkı açtıklarında Yıldız Tilbe gibi şen-şakrak hareketler yapmış, dans bile etmiştir, kim bilir? Belki yoldan geçerken birimize kaldırımda saati sorduğu bir zaman bile olmuştur: İşte benim tasavvurlarımda yatan o an! Öyle bir anın muhatabı olsaydım, cevabı dinlerken içimi delip geçen bakışlarıyla nasıl zor durumda kalacağımı tahmin edebiliyorum. "Başka şeylerde sorsa keşke," diye düşünürken, onların cevabını verememekten korkardım ve bu dilemma içinde mıh gibi çakılıp kalırdım herhalde o kaldırıma.
Tanrım, cıvıklık, kalemin ucunu iyice içine çekmeden buraya kadar gelebilmemi sağladığın için teşekkür ederim... Sana hep inandım, inanıyorum ve inanmaya da devam edeceğim. Orada tek başınasın, en yüce yerdesin ve en yüce varlıksın. Onu var ederken, "Bu kız doğsun, büyüsün, yürüsün," dedin. "Okusun, yazsın, düşünsün, güzel şeylere imza atmaya çalışsın ve bir süre için başına gelenleri unutsun."
Ben kulunu var ederken de yine "Kün" dedin: "Bu da büyüsün, okusun, onu fark etsin, ondan ilham alsın. Onun unuttuğu yerden, yaptıklarını ve ona yapılanları hatırlatmaya çalışsın."
Tanrım sen büyüksün: Aysel Tuğluk derhal serbest bırakılsın!
Ender Özkahraman, çizer, senarist.
© Tüm hakları saklıdır.