08 Şubat 2019

Merhabalar, nasıl gidiyor gişeler?

Çünkü bu ülkede bu kadar mizah kâfi, belki bu bile fazla...

Dağıtımcı-yapımcı-patlamış mısır krizi müthiş bir hızla sonuca bağlandı.

Patlamış mısır 'kriz'imiz varmış gibiydi, apar topar çözüldü. Eller dert görmedi…

Gördük ki asıl, Türkiye'de krizin eş anlamlısı fırsat. Ne Japonya'sı...

“Merhabalar, nasıl gidiyor gişeler?” ile idare edelim...

Çünkü bu ülkede bu kadar mizah kâfi, belki bu bile fazla...

Gişe filmlerinin genel mizahi seviyesini gözetince bir de…

Görüyoruz ki halkımız da olan bitenden bihaber, ki… filmler izlenmeye devam ediyor.

Ya da şöyle de diyebiliriz, siz ülkedeki sinema salonlarının toplam sayısının yarısını tek bir filme ayırırsanız, her halükarda halkımız da hangi filmi koyarsanız izlemiş oluyor.

Ne sunuluyorsa o tüketiliyor, haliyle…

Büyük ölçüde içeriğin çöktüğü an, bu an…

Yakın zamanda filmlerde artık sigara ve içki gösterilemeyecek oluşu da alenen sansür. O zaman gişe sinemacılarımız neler yapacak göreceğiz. Bu noktada onlar da otosansür yapacaklar. Ki zaten içerik kısımlarında öyle “sakıncalı, rahatsız edici bir şeyler.” yapmıyorlar, yapmazlar da.

Zaten televizyonlarımız da bu uzun süredir uygulanmakta. Şu an olmayan CNBC-e zamanında, bu durumla çiçekler koyarak dalga geçerdi.

1977’de yollara düşmüşler, 2019’da…..

Deniz Yeşil’in, sinema emekçilerinin 1977'de sansüre karşı verdiği mücadeleyi anlattığı “Yollara Düştük” belgeselini mutlaka izlemeliyiz. 

Belgeselde o dönem bütün bir sinema sektörünün, firesiz şekilde, örgütlü bir mücadeleyle; sansüre galip geldiğini görüyoruz. 2019’un acısı da bize düştü.

Toplumsal, genel bir hafızasızlığımız ve istikrarsızlığımız var tepkilerimizde maalesef… Ya da şöyle diyeyim: konfor alanlarını terk etmektense, inandıklarını terk etme sorunu yaygın bir hastalık artık bu sektörde, televizyona şu an üretim yapmaya devam edenleri de katıyorum… Genel bir kayıtsızlık ve ikiyüzlülük hali...  1977’lerden 2019’a kadar olanlar bunlardır belki… daha en başta yıllardır set koşullarını bile değiştiremeyen hal de bu halin ta kendisi. E malum Oyuncular Sendikası’nın da son halini gördük, sansür imzasına ortak olup oyunu yasaklanan oyunculara karşı ikili tepkilerinde. İstikrarlı bir mücadele artık hiçbir alamda söz konusu değil anlaşılan, çocuğun okul taksitleri, evin arabanın taksitlerinden, özetle az önce bahsettiğim o konfor alanlarından.

2014’te Antalya Film Festivali’nde sansürün hortlamasının ardından, öyle bir sektörel kaçak dövüş oldu ki; ulusal yarışmasının kaldırılmasına gelen süreç ve sonrasında dahi; çıkarları için ses çıkarmayan büyük bir kitle oldu; yazarından sinemacısına. Hatta bu sene iki cephede de yer alanları da gördük, Antalya Film Forum’da destek alıp oradan dönüp İstanbul’da düzenlenen Ulusal Yarışma finaline katılanları...

Otosansür refleksi tehlikesi

Bu yasanın en büyük tehlikesi de Ümit Ünal’ın şu yazımda dediği gibi; sinemacıların bu korku ikliminde otosansür refleksi geliştirebilecek  olmaları. 

Bu belgeselde de, usta senarist Safa Önal şöyle özetliyor, o dönem yaratılan bu oto-sansür korkusunu: “Daha kurarken bu sahneyi sansürlüyorduk. Bu sahne çıkmaz, bu sahneden vazgeç. O diyaloğu yazma, o diyaloğu yazarsan geri dönecektir. Çok fazla iki tane final yazıyordum.”

“Dünyada hiçbir zaman baskıyla toplumu kapatamamışlardır, bunu öğrenmeleri gerekir… Öğrenecekler ama…”

Bağımsız sinemacıların daha çok salon bulabilmesi, buna imkanlar yaratılabilmesi gibi düşüncelerimiz tam bir ütopyaydı. Festivallerde de eser işletme belgesi eziyeti devam ediyor.

Bakanlığın destek kurulunun 7 kişiye düşürülerek bunun 3 sektör temsilcisine karşın 4 bakanlık temsilcisiyle yapılacak olması, yani sektörel temsiliyet azlığı ise neredeyse artık bağımsız sinemacıların, kendi kaynaklarını tamamen kendilerinin yaratması için uğraşması demek. Ve çıkan kararların meşruluğunun tartışmaya açık hale gelmesi…

Tamam, sinema yapmak her daim zordu zaten diyebilirsiniz de, bu noktada eserin içeriğine değil, eseri üretenin siyasi duruşuna bakılıyor bu ülkede. Ve bu ötekileştirme daha da artacak maalesef. Son yıllarda Tolga Karaçelik, Emin Alper ve Kıvanç Sezer destek alamadı. Tolga Karaçelik, Kıvanç Sezer’in ikinci filmi “Küçük Şeyler”in yapımcılarından biri olarak müthiş bir dostluk ve dayanışma örneği gösterdi. Kendisi zaten kendi imkan ve fonlarıyla çektiği Kelebekler ile Sundance’te ödül aldı ve gişesiyle de kanımca kendi devrimini gerçekleştirdi... Ve Emin Alper’in Kız Kardeşler filmi bu yıl düzenlenen Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada. 8 yıl sonra Türkiye’den Ana Yarışma bölümüne katılma başarısı gösteren ilk film.

İstiyoruz ki; bu destekleri dağıtanlar da bu başarıları bir düşünsün… Kutuplaşmayı bitirme çabaları buralarda da olabilir o halde…

Gişe sineması ve bağımsız sinema arasındaki hat iyice keskinleşti ve pek bir köprü bırakılmadı arada artık aslında.

Ancak, evet görüyoruz ki bu ülkede öteki olan bağımsız sinemacı istiyorsa o filmi ne yapıp edip çekiyor, çekmeye de devam edecek…

Tarık Akan’ın da belgeselde dediği gibi: “Dünyada hiçbir zaman baskıyla toplumu kapatamamışlardır, bunu öğrenmeleri gerekir… Öğrenecekler ama…”


P.S.: Bir başka konuyu da gündeme getirmek isterim: Birbirlerinin galalarına gitme sözü veren gişe sinemacıları arasında pek kimse basın gösterimi yapmıyor. Yani daha en başta “Yazarların görüşleri umurumuzda değil, halkımız bizi nasıl olsa izliyor.” diyorlar. Altını kalın kalın çizelim bu rahatsız edici tutumun

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Kemal Çınar: Zayıf yönlerini görüp bunun üzerine gitmek, ancak güçlü gördüğün yönlerinin varlığından cesaret alarak yapılabilir

Ali Kemal Çınar ile son filminden Kürt sinemasında birey olma sorunsalına, Diyarbakır'dan Türkiye Sineması'nın geleceğine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik

Ulaş Tosun: Merhaba Canım'ın yarattığı etki, belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir

Merhaba Canım benim için sansürün ve otosansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu